Kültür Sanat

Budapeşte Sokaklarında Sevgililer Serçe ve Güvercinleri Barıştırır

Budapeşte Sokaklarında Sevgililer Serçe ve Güvercinleri Barıştırır

Budapeşte Sokaklarında Sevgililer Serçe ve Güvercinleri Barıştırır

En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü‘ne aktif üyelik için gerekli puanları toplama vesilesiyle; içimde ukde kalan şeyleri yapma, geçmişte eksik bıraktıklarımı tamamlama, yaşama olasılığı olan süremin yaşadığım süreden daha az olmasının yarattığı panikle zaman ve mevsime bağlı kalmaksızın görmediğim yerleri gezme, yeni tat ve kokular deneme, yeni şeyler keşfetme kararlılığımı inatla sürdürüyorum.

Arkadaşım Hürriyet’le birlikte, tanımadığım 37 kişi ve rehberimiz Cem’le çıktığımız Budapeşte-Bratislava-Prag-Dresden-Viyana’yı içeren sekiz günlük tur bana “Orta Avrupa Güzelliği” yaşattı.

Buda’yla Peşte’nin arasından akar Tuna nehri

Güneşli bir günde tanıştım Budapeşte’yle. Daha görmeden, okuduklarımdan – izlediklerimden biliyordum oradan etkileneceğimi.

Macaristan’ın tarihi uzun ve karışık. Benim oralara dair tarih bilgim ilk-ortaokul yıllarına dayalı ve çok sınırlı. Rehberimiz donanımlı; anlatıyor uzun uzun.

Macarlar 9. yüzyılda bölgeye göç etmişler. Dini liderleri Hıristiyanlığı kabul edince İstvan kral olmuş. 1944′te Alman işgali. 1945′te Sovyet yönetimi altına girmişler. 1956 isyanının Sovyetler tarafından bastırılması. 1988′e kadar süren özgürlük istemi. Gorbaçov’un Macaristan’ı içişlerinde serbest bırakması. 1991′de Sovyet askerlerinin tamamen ülkeyi terk etmesi.  Macaristan 1999′da NATO, 2004′te Avrupa Birliği (AB) üyesi.

Köprüleri var; Elizabeht, Özgürlük, Aslanlı ve diğerleri. En çok 19. yüzyıldan kalma dört taş aslanın bulunduğu Aslanlı (Asma) köprüyü sevdim. Arpad ve Margaret köprüleri arasındaki Margaret Adası’na gidip, bisiklet süremedim ama adanın hüzünlü öyküsünü sevdim.

Peşte’de Kahramanlar Meydanı’ndayız. Binyıl Anıtı, 36 metrelik sütun. Atlar üstündeki Prens Arpad ve şeflerinin heykelleri. Meçhul Asker Anıtı. Sanat Sarayı ve Güzel Sanatlar Müzesi amacına uygun güzellikte iki mimari harikası.

Buda’ya, eski şehre geçiyoruz. UNESCO Dünya Mirası listesindeki Tuna nehir bentleri ve Castle(kale) bölgesindeki kiliseler ve özellikle Stephen Bazilikası da diğer binalar kadar etkileyici. Matyas Kilisesi’nin mimarisi zarif, öyküsü ilginç. Yağmurlu bir havada çıktığımız Balıkçılar Burcu’ndan Budapeşte’nin görüntüsü hüzünlü olduğu kadar harika da. Nehrin Peşte kıyısında Macar Parlamento Binası tüm heybetiyle yükseliyor.

Kraliyet Sarayı’nın güneyinde kalan Gellert Tepesi’nden kuş olup Tuna’nın üzerinde uçmak istiyorum. Özgürlük Anıtı şehrin her yerinden görünüyor. Avrupa’daki tek türbe olan Gül Baba türbesi sürpriz oldu bize. Adını yakasında taşıdığı gülden alan ve 1541 işgali sırasında öldürülen Gül Baba’nın mezarını Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış. Bir süre önce de Türk hükümetince restore edilmiş.

Gece tekneyle yaptığımız Tuna nehri gezintisi belleğimden hiç silinmeyecek eminim. Battaniye altında, elimizde şampanya kadehleri, gözümüz kulağımız videodan yayımlanan (metin, seslendirme ve çekim süper) belgeselde geziniyoruz. Önünden geçtiğimiz ancak içerisini görme imkânımız olmayan binaları gezmemizi sağlıyor bu harika belgesel. Budapeşte’nin gece ışıklandırması o denli sade ve güzel ki…

Budapeşte’ye 60 km. uzaklıkta ve Osmanlı tarihi açısından önemli yeri olan Estergon’a (Esztergomi)’ne giderken otobüsümüzün CD çalarından yükselen türküye hepimiz eşlik ediyoruz yüksek sesle: “Tuna nehri akmam diyor/Kenarımı yıkmam diyor/ Ünü büyük Osman Paşa/ Pilevneden çıkmam diyor”

Kalenin tarihi bize dayanıyor. 1543‘de Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlıların eline ilk kez geçen kalenin olduğu bölge sancakbeyliği ilan edilip, Budin Beylerbeyliğine bağlanıyor. 1594‘de Alman– LehVenedikliler‘den oluşan orduya karşı Anadolu Beylerbeyi Sokolluzade Lala Mehmed Paşa‘nın kumandasındaki ordu; kaleyi savunsa da, açlık ve susuzluk yüzünden nedeniyle teslim oluyor. O hepimizin Hasan Mutlucan’ın gür sesinden dinlediğimiz “Estergon kalesi subaşı durak/Kemirir gönlümü bir sinsi firak/Gönül yar peşinde yar ondan ırak/Akma Tuna akma ben bir dertliyim/Yar peşinde koşan kara bahtlıyım” diye devam eden türkü bu hezimet nedeniyle yakılıyor.

1605‘de Osmanlılar,  artık Sadrazam olan Sokolluzade Lala Mehmed Paşa kumandasındaki ordunun kuşatmasıyla kaleyi ele geçirip, II. Viyana Kuşatması(1683)’na kadar elinde tutuyor. Kutsal İttifak karşısında Macaristan ve dolayısıyla Estergon Kalesi de Osmanlıların elinden alınıyor.

İşte o kalenin bulunduğu mahalde şimdi Macaristan’ın en büyük kilisesi olan Estergon Bazilikası var. Rehberimiz Osmanlılar döneminde inşa edilen cami, tarihi süreçte yıkılarak yerini kiliseye bırakmış. Bazilikanın duvar ve tavanlarında yer alan Hıristiyan dinine ait sembollere ilişkin rehberimizin anlatımları ilginç. Ancak eksik tuttuğum notlarla maddi hata yapmamak için onları yazamıyorum. Üst düzey din adamlarının mezarlarının yer aldığı bodrum katı gezdikten sonra, terasa nam-ı diğer “ciğerdelen’e çıktık. Rivayete göre Osmanlı askerleri karşı kıyıdaki Slovak kızlarını izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz, saatlerce dururmuş orada. Aşırı soğuk nedeniyle zatürre olurlarmış ardından.

Ciğerdelen’den elinizi uzattığınızda değecek kadar yakınlıktaki köprü Macaristan’ı Slovakya’ya bağlıyor. Köprünün tam ortasında sınırı saptayan Slovak bayrağı dikilmiş. Çan kulesine tırmanamadım; yükseklik korkum nedeniyle.

Bu kadar tarihi bilgi yeter. Yazdıklarımda hata yaptı isem affoluna. Ancak kilise avlusunda mekanın anlam ve önemine uygun giyinmiş bir sanatçının yan flütünden yükselen Türkçe şarkılarla burada uzun süre dans ettiğimizi eklemeliyim.

Yorulduk, üşüdük ve acıktık. Dinleneceğimiz, ısınacağımız, nefis müzik dinleyeceğimiz, Rönesans dönemine uygun dekore edilmiş bir lokantada başımıza taçlar üzerimizde döneme özgü kostümler, göğsümüze taktığımız bez önlüklerle çömlekten yapılma yemek-içme kaplarında uzun süre damağımda iz bırakacak ceylan eti çorbası, et-patates, salata ve tatlılarımızı yeyip, şaraplarımızı içtik.

Szentendre Kasabası’na kısa bir yolculukla ulaşıyoruz.  Kibrit kutusuna benzeyen iki katlı sevimli evler çıkıyor karşımıza; indiğimiz meydanda. Parke taşlı dar sokaklar bize tanıdık geliyor; Safranbolu, Şirince, Kaş, Alaçatı karışımı sanki. Burası turistik pazarı nedeniyle ünlenmiş. El işi ürünler, cam, porselen, değerli taşlar, yöreye özgü giyecek-yiyecekler satılıyor; çok da ucuz üstelik.

İlk girdiğimiz dükkan bir Türkiye’linin. Şakir misafirperver; çay ikram ediyor bize. Sürümden kazanmak adına yarı yarıya ucuza satıyor her şeyi. Tahta oyuncaklar, önlükler, butik cam ürünleri alıyoruz ondan. Hava öyle soğuk ki; kürk şapka alıyorum mecburiyetten. Dondurması güzelmiş; yiyoruz keyfiyetten.

Bura esnafıyla iletişim sorunu yok. Türkiyeliler son yıllarda dış turizme yönelince yöre esnafı ticari kaygılar nedeniyle Türkçe öğrenmiş. Bizim alışveriş özelliklerimizi de. Pazarlık yapıyorlar bizimle; şirin bir dille. “Yavaş yavaş, Hasan Şaş” demeyi ihmal etmiyorlar satır arasında.

Akşam Çigan Gecesi’ne gidiyoruz. Bir malikanenin şarap mahzenini lokantaya çevirmişler. Girişte müzik eşliğinde ekmek ve Tokaji şarabı ikram ediyor; yerel giysili genç kız ve erkekler. Şarap fıçılarını locaya dönüştürüp, dört kişilik yemek mekanı yapmışlar.  Büyük grup olduğumuzdan biz salon kısmına oturuyoruz. Macar Gulaş çorbası, et-patates, bir çeşit turşu, kestaneli tatlımızı yiyoruz müzik topluluğunun yaptığı harika müzik eşliğinde. Çalan Türkçe şarkıları söylüyor, dans eden kızlı erkekli Macar gençlerine eşlik ediyoruz,

Budapeşte’yi çok sevdim. Kısa süre kalmama ve çok az yer görmeme karşın oraya ilişkin yazacağım çok şey var daha. İşte küçük notlar…

Budapeşte sanat kokuyor. En güzel binalar sanat etkinliklerine ayrılmış. Müzesi çok; bir tanesini görebilmiş olsam da. Şehirde sadece işkence-terör müzesinin dış cephe rengi kurşuni. Trafik sakin akıyor. Korna sesi yok. Sokaklarda sadece köpek gezdiren yaşlı insanlar var. Köpek heykelleri gördük. Köpek gezdirmek sosyalleşme ve spor yapmanın aracı sanki. Macarlar doğurmuyormuş; çocuk sorumluluğu almamak için. Köpek bu anlamda yalnızlık paylaşmaya da yardım ediyor.

Bu safran, büber, karanfil, şarap memleketinde Yahudi, Çingene ve Müslümanlar yaşıyor. Katolik, calvenist, ateistler var. Tarım ovaları bereketli. Nüfus yapısı bize göre daha yaşlı. Devletin evliliği ve doğum yapmayı özendirici çabaları karşılık bulamıyormuş. Zorunlu eğitim 11 yıl.  İşsizlik oranı bizimle aynı, yoksulluk sınırındaki nüfus oranı bizden düşük. Macaristan AB’nin para birliğine geçmemiş; Forint (HUF) kullanılıyor; Euro geçse de.

Macar hizmet sektörü çalışanları genellikle asık yüzlü ve orta yaşlı. . Problem çözme yetenekleri zayıf. Sıranız gelirse, hizmet alırsınız. Değilse hayır.” anlayışıyla hizmet veriyorlar. Hırsları yok. “No possible!” yani “İmkanı yok!” cümlesini sıkça tüketiyorlar.

Türkiye’den Erasmuş programı nedeniyle Budapeşte’ye gelen öğrencilerin söylediğine göre üniversite eğitimi çok iyiymiş. Hırsızlık, yankesicilik pek olmazmış burada. 1500 dolar alıyormuş çalışanlar ortalama.

Mustafa Kemal Caddesinden geçtik. İzmir ve Ankara’dan alışkın olduğumuz Macar yapımı İkarus marka toplu taşım otobüslerini gördükçe “aaaaaaaa” dedik sıkça.

“İnsan beyni en iyi 20 derecede çalışır” inanışıyla kapalı mekanları bize göre soğuk olduğundan hep ürperdi içimiz orada.

Köyler çok cazip; insanı yaşamak istiyor o güzelim yerlerde. Gece ışıklar içindeki Aslanlı Köprüde yürüyememek, kaplıcaya gidememek, Newyork Cafe’de kahve içememek, Lunaparkta oyuncaklara binememek, hayvanat bahçesi ile sebze-meyve haline gidememek, kar çiçeklerini görememek, sokak çalgıcıları doya doya dinleyememek, palinka tatmamak, folklorik ve nakışlı beyaz gömleklerden edinememek içimde ukde kaldı.

Turla gitmenin kaçınılmaz sonucu olarak müzeleri, en çok da Etnoğrafya, Uygulamalı Sanatlar, Modern Sanatlar ve Müzik Tarihi müzelerini gezemediğim için üzgünüm. Şanssızlığımızdan festivaller diyarı Macaristan’da bir festivale de tanık olamadım.  Budapeşte’nin duvarları grafitiyle doluydu; resimlemek isterdim tümünü.

Rivayete göre; Tuna Nehri sadece âşıkların gözüne mavi görünürmüş. Tuna Nehrini yeşil gördüğüme ben yanmayayım da kim yansın!

Eski Peşte, Paris model alınarak yapılmış” diyen rehberimize “Bu tatil ekonomik oldu. Bir taşla iki kuş vurup hem burayı hem Paris’i görmüş oldum” diyerek güldürdüm yol arkadaşlarımı.

Mutluyum; Macaristan-Almanya ortak (2010)yapımı, Szabolcs Hajdu’nun  yönetmenliğini yaptığı ve Gezici Festival sırasında Ankara’da izlediğim ve beni çok etkileyen “Bibliyotek Pascal” filminin çevrildiği mekanları gördüğüm için.

Mutluyum; daha önceden tanımadığım Macar ozan Attila JÒZSEF‘in şiirleriyle tanıştığım için.

Mutluyum; yeni yerler gördüğüm, yeni tatlar, yeni kokular denediğim, bir başka kültürü tanıdığım için.

Mutluyum; hayat bataryamı  şarj ettiğim için.

Mutluyum; yaşadığım, öğrendiğim, gördüğüm  güzelliklerin bir kısmını sizinle paylaştığım için.

Yediklerim, içtiklerim, belleğime hapsettiğim diğer güzellikler ve edindiğim minik şeyler bana kalsın.

Size de oralardan şiir getirdim hediye…

Attila JÒZSEF‘in (Çeviren:Kemal ÖZER) “SEVGİLİM NE ZAMAN SOKAKTAN GEÇSE” şiirini getirdim hediye.  Kabul buyurunuz efenim…

"Sevgilim ne zaman sokaktan geçse
serçeler barıştı güvercinlerle.
İncelikle basar basmaz kaldırıma
güzel ayak bileği ışıldadı usulca.
Efil efil titreşince omzu
baktırdı arkasından bir çocuğu.
Yürüdü salınarak - lâmbalar yanmaya
ve bakmaya başladılar hayranlıkla.
Ve güldü hepsi, umurlarında değildi
o benim doldurmuşsa yüreğimi.
Kollarımda salladığımı titizlikle
korktum elimden alacaklar diye!
Ama onların bu keyifli halleri
yok etti içimdeki kıskanç çiçeği.
Ve sevgilim yürümeyi neşeyle sürdürdü,
ardından incecik bir yel kıvrılıp büküldü!"
***Şadiye Dönümcü. 50+ yaştaki gezgin.

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

Bir cevap yazın