Kültür Sanat

Can Suyum; Yaşamak Boynumuzun Borcu

Can Suyum; Yaşamak Boynumuzun Borcu

Can Suyum; Yaşamak Boynumuzun Borcu

“Her zaman güçlü, kendini bırakmayan ben salya sümük ağlıyorum. Öylesine yorgun, bitkin ve çaresizim ki; ağlamaktan başka yapabileceğim bir şey yok. Sanki içim boşalıyor, hiçbir şey düşünemiyorum. Duygularım felç. Zamanı geri çekmeli… Bu zamanı ileri ve geri itmeyi öyle çok yaşıyorum ki…

Aramızda bir itiş kakış başlıyor. Zaman da, ne zaman, hangi zaman olacağını şaşırıyor. Uyumak ve uyanınca her şeyin eskisi gibi olduğunu görmek istiyorum. Olmayacağını bilsem de… İçimden incecik teller koptuğunu hissediyorum, bunlar can teli.”

Bu sözler, bu duygular iki çocuklu bir anneye, Ü.Gülsüm Bülbül’e ait. Bu sözler, bu duygular onun yazdığı  “Can Suyu” adlı kitapta yer alıyor.

Anne kızının içinde uyuyan devin varlığını öğrendiğinde… Yazar; bir sabah “Sağ yanım ağrıyor, anne!”  diye yataktan kalkan, sağ böbreğinde saptanan kitle nedeniyle doktor, hastane, ameliyat, yoğun bakım, kemoterapi, radyoterapiyle tanışan ve ne güzeldir ki şimdilerde gökkuşağının bütün renkleriyle hayatın içine akabilen, 27(artık 28)  yaşındaki, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, Orta Doğu Teknik Üniversite’sinde çalışan kızı Gülsevi’nin kanser, kendisinin de bu süreçteki annelik  serüvenini anlatıyor kitabında.

“Doktorlar böbreğe yapışık ve kapsül şeklindeki dev boyutlu kitlenin iyi huylu olmayabileceğini, hemen alınması gerektiğini söylediğinde filmlerdeki gibi ağlayıp, ortalığı yıkmayan ancak annenin çocuğuna ‘İçinde uyuyan bir dev var(mış). Onunla savaşacağız’ demesi zor.”

“Ama” diyor, Gülsevi, “dinlemekle yetinse de, ardından ördüğü ve kimsenin geçmesine izin vermediği duvar, işleri zorlaştırıyor.”

Anne kızının dikiş izlerine pırlanta dizdirecek

Ameliyathane çıkışında “İyiyim” diyen ancak daha sonra, iç kanama nedeniyle yeni bir ameliyata alınacağını öğrendiğinde “Bütün bunlara değdi mi?” diye soran Gülsevi o anda annesinin ‘can suyu’nun çekildiğinden, kuruduğundan habersiz.

Yoğun bakımdaki ağır geçen günler sonrası kızını tekerlekli sandalyede gören annenin içi burkulsa da, onun yürüyüp koşacağına olan inancını artmış. Başkasına muhtaç olmaktan hoşnutsuz kızıyla ilişkilerini oyuna çevirmekte başarılı anne. “Padişahın çişi geldi / Yetiş uçkurcu başı. / Padişah elini yıkadı / Yetiş peşkirci başı”   diyen anneye yanıt: “Yaa, anne güldürme beni. Dikişlerim acıyor.”

Gülsevi “Bikinimden dikiş izlerinin görünmesini istemiyorum.” dediğinde anne hemen çözüm buluyor: “İzlerin üzerine pırlanta dizdiririz”.

Anne yok olmak istiyor

Doktorlar olası her şeyi önceden söyleyerek hastayı ve yakınlarını hazırladığından  patoloji sonucunun kanser çıkması sürpriz değil. Evde internete bağlanan herkes birbirinden habersiz aynı sayfaları açtıp bakıyor, Wilms tümörünün tedaviye en iyi cevap veren tür olduğunu öğrenmek onlara yetmiyor.

Kendine sıkça “Neden benim kızım? Niye önceden anlamadık? Hatamız ne? Hangi suçun cezası bu?” sorularını sorsa da, her an her şeye hazır olması gerektiğini anlayan, ‘güçlü olmanız lazım’ cümlesinin anlamını süreç içerisinde kavrayan anne, gözyaşlarını geceleyin özgür bırakıyor.

Kemoterapinin ilk günlerinde 4-5 yaşında bir çocuğa dönüşen kızının “Anne, oraya gitmeyelim. Hemşire canımı çok yakıyor. Lütfen beni oraya götürme, anne” deyişini duymamak için ‘yok olmak isterdim’ diyor yazar.

Anne kızınınkiler dökülürken saçlarını boyatamıyor

Zor anlarda hastalığı ”Biz yoruluruz, gitmeyelim, anne”, “Gitmezsek doktor bizi unutur, kaçalım anne”, “Peşimizi bırakmayacaklar, bu hastaneden kaçış yok, anne” diyerek ‘o’nun olmaktan çıkarıp, ‘biz’e dönüştüren Gülsevi aylar sonra annesine “Öylesine çok yapacak işim vardı ki; kıytırık bir hastalığın bunları ertelemesine izin veremezdim. Hastalığa ayıracak zamanım yoktu.”  diyecekti.

“Gür, simsiyah ve uzun saçları vardı. Kemoterapinin 21. gününden sonra dökülmeğe başladıklarında ‘dipleri yerinden oynamasın’ diye sadece uçlarını tarardım. Dokunmazsak, dökülmez gibi geliyordu. İnadına döküldüler. Her yer silme saçla dolduğunda çok üzüldük.” diyen yazar anne, beyazlayan saçlarını boyatması söyleyenlere “Kızımınkiler avuç avuç dökülürken, içimden gelmiyor.” yanıtını veriyor.

Anne kızının bir tel saçına kurban

Nihayetinde peruk takmaya ikna olan Gülsevi, kısa, uzun, röfleli, bandanalı, kızıl, sarı peruklar alıyor. Kışın değişik şapka ve bereler, yazın kenarlıklı şapkalar, evde de allı pullu eşarplar takıyor. Bebek gibi okşayıp sevdiği kızının bir tel saçına kurban olan annesi herkese hastalığı birlikte yeneceklerini ilan ediyor.

Kızının iyileştiği günü bayram ilan etmekte kararlı olan anne dayanamıyor olsa da inançları isyan etmesini engelliyor. “Bu hastalığın tek ilacı: Yüksek moral“ diyenlere ‘nasıl’ını açıklamadıkları için sinirlendiğini, evlerine gelen, telefonla arayan, sanal posta kutularını dolduran sevdikleri, dostları, yaşam koçluğu yapan arkadaşları ile mutlu olduklarını, ailece artı stres, sıkıntı ve üzücü olaylardan uzak durmaya çalıştıklarını öğreniyoruz.

Anne kızını sebepsiz öpüp, kokluyor

“Bazı olayların bazı insanların başına gelmesini sorgulamayıp, ‘seçilmişlik’ olarak değerlendirmek gerektiğini öğrendik. ‘Her şerde bir hayır vardır’ , ‘Tanrı inananı ve sabredeni bilir ve korur ‘ gibi sözlerin hikmetini anladık. Zorda kalınca, içim kararınca tanrıya dua etmek iki yüzlülük mü? diye düşündük. Ama korkmayı da hep sürdürdük.”  diyor yazar.

Bu süreçte ailece masa başı oyunlar oynayan, sayısız film izleyen, takı yapıp sevdiklerine hediye eden, kar-kış yürüyüşe çıkan, kişisel gelişim kitapları okuyan, kağıttan turna kuşları yapan, hiç sebepsiz birbirine sıkı sıkı sarılarak öpüşüp, koklaşan, birbirinin başını okşayıp, sırtını sıvazlayan,  utanmayıp hıçkırarak ağlayan, dinleyici bulduğunda ‘bizi dinleyin’ diyerek saatlerce anlatan, dudaklarından dua eksilmeyen, bazen hiç bir şey yapmadan oturan, anlatılan ‘beterinde beteri var’ öykülerini dinlemeyen, özür dileme, teşekkür etme ve şükretmenin erdem olduğunu unutmayan Bülbül Ailesi en çok düşünmeye zaman ayırmış.

Anne ‘hayat ben buradayım’ diyenlerle karşılaşmamış

Hastalığın kaynağını Gülsevi’nin uzun süre işsiz kalmasına bağlayan anne; hastalık sürecinde ve şimdi sağlıklı beslendiklerini, kansere ilişkin tüm haberleri izlediklerini, kanseri yenen meşhurların duygu, düşünce ve deneyimlerine ilişkin yayınlarla umutlandıklarını, hayatı doğal akışına bırakmayı öğrendiklerini, bekleme odalarında hayata ve kansere dair çok şey öğrendiklerini söylerken,  hastalığının dokuzuncu ayında Gülsevi  “Kimse hasta –hele ki kanser- olmak istemez. Yaşamda hep daha iyinin peşinde koşarken, sahip olduklarımızın farkına varmayız. Bu hastalığın bana bir işaret olarak geldiğini düşündüm.” diyordu.

Hasta ve yakınlarına ilişkin gözlemleri mi? Erkekler şapka ya da bere takarken, kadınlar peruk, şapka, bere ya da eşarp kullanıyor. Başına bir şey takmayan, nadir. Giysi renkleri: siyah, gri,  nadiren lacivert yada  kahverengi. Renkli giyinenler nadir. ‘Kırmızı’ giyerek  “Hayat, ben buradayım” diyen hiç yok.  Onlar kolay anlaşılıp-tanışılan çok özel bir dille hastalığı, tedavileri, ilaçların yan etkilerini, yenmesi gerekenleri, otları konuşsalar da, para-pul konuşmuyorlar(mış). Çok mu zenginler? Hayır. Ama bu hastalık herkese bir şekilde para bulduruyor(muş.)

Anne ve hastalığın psikolojik seyrine ilişkin gözlemler

 

Yazar bir gün Ankara’da ‘Kanserli Hasta Giysileri” temalı bir defile düzenlenmesini, kanserli bir girişimcinin ”Kel Kafayla Toplum İçinde Dolaşma Cesaretini Kazandırma” amaçlı bir dersane açmasını, “Kanserli Hasta ve Yakınları” için moral günleri yapılmasını istiyor.

Hastalığın psikolojik seyrini yorumlayan Gülsüm Bülbül, inkar ve red aşamasında; teşhisin doğru olmadığını, “Neden ben / biz” diye sorguladıklarını, yanlışlık olabileceğini ya da “İşlediğim(iz) bir suç yüzünden Tanrı tarafından cezalandırıldık” diye düşündüklerini yazıyor.

Utanma aşamasında kansere yakalanmak ayıp bir şeymiş gibi kimseye açıklanamadığını, hastalığı tanıyıp, tedavisini öğrenildiğinde, iyileşenler görüldükçe korkunun hafiflediğini, isyan, öfke, kızgınlık aşamasındayken “Neden ben dendiğini,  çaresizliğin insanı tükettiğini, kabullenme aşamasına gelindiğinde hastalıkla birlikte yaşamanın öğrenildiğini, alınganlık, kırılganlık ve hassasiyet duygularının bu süreçte çok güçlendiğini, her şeyin hastalıkla bütünleştirildiğini söylüyor yazar.

Anne, Gülsevi, Sarı Kız, Zeus ve Cunda

Kanser sözcüğü her kapıyı açıp, tüm suçları bağışlattığından dünyanın kanser hastalarının etrafında döndüğünü düşünen hastanın -ve yakınlarının- bencilleştiğini, üzüntü duygusuna acıma eşlik ettiğinde hasta ve yakınlarının kederinin katlandığını söyleyen Gülsüm Bülbül, hastalık esnasında insanların üzüntü ifade şekillerini kendilerini kontrol edemeyenler, dirayetli olanlar, size sizden fazla üzülenler, bir türlü arayamayanlar, “beterin de beteri var”cılar, “kalbim seninle”ciler diye grupluyor.

Hastalıkla savaşan kızı maskeyle dışarı çıktığında ona acıyarak bakan gözleri unutmak istediğini,  üstü saç dolu halıları silerek stres attığını, ‘En ağır travmalar  bile altı ay sonra şiddetini kaybeder’in doğruluğunu yaşayarak öğrendiklerini söyleyen yazar ardından ekliyor: “Bu süreçte yaşamımızdaki küçük ama güzel şeylerin de ayrımına vardık.”

Gülsevi şimdi nasıl mı?

Dert, sıkıntı, hastalık… Yok artık: B İ T T İ.  Gözlerini kapadığındaki zifiri karanlık… Yok artık: G İ T T İ.
O artık Sarı Kızla tanışıp, Zeus’la birlikte Cunda Adası’nda güneşi batırıyor. (ŞD/NZ)

* Şadiye Dönümcü. Sosyal Hizmet Uzmanı.

** Ü.Gülsüm Bülbül, Cansuyu, Kanguru Yayınları, Eylül 2007.

*** Ü.Gülsüm Bülbül, Sosyal Hizmet Lisanslı, Eğitim Yönetimi Yüksek Lisanslı, emekli, şimdilerde sadece “anne” olarak yaşamını sürdüren bir meslektaşım.

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

Bir cevap yazın