Kültür Sanat

“Sinema Benim İçin Sevdadır”

“Sinema Benim İçin Sevdadır”

“Sinema Benim İçin Sevdadır”

“Halepçe: Sonsuz Umut (HıwayNemir)” belgesel filminin yönetmenlerinden, muhalif sinema insanı, Ankara’daki sinema festivallerinin dostu ve Sinetopya’nın kurucularından Fatin Kanat’la yaptığımız söyleşinin ilk bölümünde; Halepçe’de feryat ederek ölen kuşları konuşmuştuk.

Fatin Kanat’la daldan dala uçuşarak sürdürdüğümüz söyleşinin bu bölümü yine sinema ve Ankara’da sinema üzerine.

Son zamanlarda belgesel sinema üretimleri artıyor; özellikle bağımsız sinemacılar sayesinde. Film festivallerinde oluşturulan bölümlerin yanı sıra Documentarist gibi salt belgesel film festivalleri düzenlenmesi sevindirici. Belgesel sinema üretiminde de farklı duruşlar sergileniyor; bildiğim. Belgesel sinema anlayışını “soran, sorgulatan, gündemleştiren, farkındalık yaratan, aynı zamanda doğası gereği muhalif olan” diye tanımlamıştın daha önce. Belgesel sinemasına ilişkin neler söylersin, başka?

Doğası gereği muhalif olan belgesel film üretimi gerçekten arttı; artmaya da devam edecek. Ancak mecra sorunu var. Belgesel filmin ticari dolaşımı çok az; malum. Mecra açısından televizyon çok önemli olmasına karşın kapsamı çok dar. Bu tür belgeselleri yayımlayan televizyon sayısı da ikiyi, üçü geçmiyor.

Yaklaşık 30 kenti dolanan İşçi Filmleri Festivali bu anlamda önemli bir mecra oldu; son yıllarda. Ticari dolaşıma giren nitelikli belgesel çok az. İstisnaidir;  vizyona giren film.

İlk aklıma gelenler “İki Dil, Bir Bavul” ve “Ekümenopolis” oldu.

Evet: İki Dil, Bir Bavul mesela. Önemli bir sorunu, ana dil ve kimlik durumunu çok naif ve yalın bir sinema diliyle anlatabilmiş bir filmdir. Seyirciden ilgi görmeyi becerebilmiş bir filmdir. İki Dil, Bir Bavul, yüz bin seyirciye ulaştı. Gönlüm beş yüz bin seyirciden yana olsa da; bu sayıda çok büyük bir başarıdır.

Muhaliflik; bağımsız sinemacılığın karakteridir. Bağımsız sinemacıların görevi film üretmekle sınırlanamaz; filmini insanlara ulaştırma görevi var. Ülkede salon sorunu malum. Çözümlerden biri, her ilde bağımsız gösterim salonları oluşturmak. Bu salonlar aynı zamanda başka etkinlikler içinde kullanılabilir diye düşünüyorum.

Fikir tamam; güzel de. Çok da kolay değil, sanki.

Aslında çok zor gibi görülen bu olayın gücün ve potansiyelin fark edilmesi ve işler hale getirilmesiyle kolayca halledilebileceğine dair safça bir beklentiye de sahibim.Sinetopya bu anlamda bir örnek.

Sinema ve ütopya:  Sinetopya.

Bir grup sinema akademisyeni ve pratisyeniyle bir araya gelerek oluşturduğumuz ve dernekleştirdiğimiz Sinetopya’nın 40 kişilik salonu hem bağımsız film hem de belgesel gösterimleri içim mekan olmanın yanı sıra bazı söyleşilere sunumlara kitap tanıtım etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. Bu daha büyük çaplı yapılabilir. Olanlar fırsatlar genişletilebilir. Bu hem özlemimiz hem amacımız. Diğer şehirlerde de buna benzer organizasyonların yapılacağını umuyorum. Beklentim bu yönde.

Sinetopya deneyiminizi açmadan önce; “Bağımsız Sinemacılar”, “Üçüncü Sinemacılar”, “Yeni Sinemacılar” olarak adlandırılan anlayış-duruşlardan hangisine yakın yerde durduğunu sormak istiyorum.

Kavramlarla sıkıntım yok. Bunları düstur edinen, örneğin; Yeni Sinema Hareketi’ndeki, arkadaşlarımdan da farklı bir yerde değilim zaten. Ben var olana ve dayatılana muhalif olmaktan yanayım. Bu anlamda muhalif sinemacı sayıyorum, kendimi.

Ankara’da sinema üretimini arttırmak için kurulan bir sinema grubu olan Sinetopya artık derneğe dönüştü. Bu topluluk ve derneğin kurucularındansın.  Nasıl gidiyor çalışmalar? Neler var yapmayı planladığınız? 

Şu anda birbirine paralel giden beş ayrı projemiz var. İlki Türkiye’ye Van kapısından giren Azeri, Kürt, Fars, Afganlı, Iraklı ya da Türki Cumhuriyetlerden,  Kafkasya’dan gelen ve kendilerini kabul edecek üçüncü bir ülke arayışındaki mültecilerin mevcut gündelik yaşamdaki güçlüklerini ve sorunlarını anlatan,  taleplerini dillendiren bir belgesel çalışması. Bitti; yapacağımız küçük eklemeler dışında.

İkinci çalışmanın depremle ilgili olduğunu biliyorum; izlediğim bir haber videodan.

Evet; genelde deprem, özelde Van depremiyle ilgili bir çalışmamız var. Çekimleri bitti. Sinetopya’dan Bora Balcı’yla birlikte Van Depremi’nin hemen akabinde Van’a gittik. Ardından da üç kez daha gittik. İlk gidişimizde ilişkilendiğimiz mahaller ve insanlarla diğer gidişlerimizde ilişkilendik. Güzergahımız bir nevi. Kayda değer bulduğumuz,  kullan(a-maya)cağımız bir çok şeyi kayıt altına aldık. Doğal afetlerin neden olduğu doğal yıkım bir gerçeklik. Doğal afetlerin olabilirliğine toplum olarak hazırlıklı olabilmek önemli; tamam.

Deprem sonrasına ilişkin en önemli gözlemin ne oldu?

Sistemin kendisine baktığımızda olan biteni sonuçlarıyla değerlendirdiğimizde doğal afetten daha beter bir afet halde olduğunu gördük orada desem yeridir. Afetten daha büyük afetti; devletin onarım, tamirat, hizmet ulaştırma ve eriştirme süreci anlamında. Bu süreçlerin zamanında doğru adil eşit yürüdüğüne dair bir gözlemimiz olamadı, ne yazık ki.

Yaptığımız çalışmanın amacı: ölüm dahil yıkıma maruz kalmış insanların deprem tanıklığını gözler önüne sermek. Biz görmedik ama onların tanıklığıyla görmüş gibi olduk. Bu anlamda yaklaşımımızı doğrulayan bir çalışma oldu.

Bu çalışmanın ayırıcı özelliği; eğitim yönü. Dernek bünyesinde kurgu öğrenmek isteyen sinema öğrencileri, “2 Dil, 1 Bavul” ile “Sonbahar” filmlerinin kurgucusu olan Thomas Balkenhol öncülüğünde, belgeseli kolektif olarak kurgulayacaklar. Eğitim içerikli kolektif kurgu çalışması örneği başka var mı bilmiyorum.

Diğer çalışmalarınız da bu denli heyecan verici mi?

Bilmem ki! Biz heyecanla yapıyoruz ama. “Bir Ananın Hikayesi”ni çektik. Bitmeyen,  sonuçlarıyla ortadan kalkmayan bir 12 Eylül hikayesi diyelim; fazla detaya girmeden.

Bir diğer çalışma: sözlü tarih ya da bir sosyolojik irdeleme. Bu ülkenin en kadim halklarından biri olan ve hep bu coğrafyaya dışarıdan geldiği var sayılan Türkiye Ermenilerinin bu ülke hallerindeki geçmişine doğru bir yolculuk. Tiyatro yapan zihinsel özürlü bir grup çocuktan hareketle zihinsel özürlülerin genel durumuna bakan ve bu anlamda toplumda farklılık yaratmayı amaçlayan çalışmamızı yarıladık.

Halil Savda’nın başını çektiği barış yürüyüşçülerinin etkinliklerinin bir bölümünü,  Roboski annelerinin ve onlarla dayanışan bazı grupların bazı çalışmalarını da kaydettik. Ayrıca haber içerikli video çalışmaları da yapıyoruz? Mesela Yunanlı yönetmen Angelopoulos anısına bir etkinlik düzenledik.

Başka neler yapacağız? Başta Ankara’lı sinema sevdalıları olmak üzere bu sevdaya sahip olanlar ‘bizi izlemeye devam etsin’ diyelim.

Tüm bağımsız sinemacılar gibi finans sorunu yaşadığınızı biliyorum; sormaya bile gerek yok. “Sinema benim için sevdadır”, dersin hep. Ne zaman başladı bu sevda?

Çocukken.

Peki bu sevdanın katlanarak film yapım ve yönetim aşamasına gelişi?  

“Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ın “Fatincesi” diyelim.

Ben İran Sinemasıyla geç tanıştım. Bahman Gobadi’nin “Sarhoş Atlar Zamanı” bu anlamda benim için özeldir. Senin İran Sinemasına sempatin sevgin nasıl gelişti? Ardından akademik çalışma serüvenin başlıyor çünkü.

Uçan Süpürge Film Festivali’nde, Tahmineh Milani’nin 2001 yapımı “Saklı Yarı” (Nimeh ye Penhan) filmini izledim. İslam devri döneminde, Tahran Üniversitesinde sol gruba mensup kız öğrencilerin o dönem ve sonrasındaki yaşamlarını yansıtan ve dolaylı olarak İslam devrimi sonrasının, dört yıllık karanlığın kıyıcı ve yok edici dönemini anlatıyordu film. Bir kadının ağır ülke koşullarında yazıp yönettiği bu film; bir yanıyla 12 Eylül öncesi Türkiye Solu’nun hikayesini de anlatıyor gibiydi. İranlı bir kadın yönetmenin zor koşullarda çok ağır sansür dayatmaları ve engellemeleri altında böyle bir film üretmesi ve seyirciyle buluşturması başlı başına bir hikayeydi. Bu film benim İran Sinemasıyla ilişkilenmemin de anahtarı oldu.

Tek cümleyle neden İran Sineması desem?

Geçmişteki İran şiirinin günümüzde başka bir dille temsili ya da şiirsel sinemanın günümüzdeki hali.

İranlı kadın/erkek yönetmenlerden eşitler arasında birinci yönetmenin kim?

Kadınlardan genç, deneyimsiz ve feminist bir yönetmen: Mania Akbari. Sisteme en sert yaklaşan ve halk nezdinde iz bırakan. Erkek yönetmenlerden şu anda hapis tutulan ve sinema yapmaktan uzaklaştırılan Jafar Panahi; elbet özelim. Panahi’nin İran Sinema tarihinde yeri çok özel; zaten.  Banhman Ghobadi, Mohsen ve Makhmalbaf. Daha sayayım mı?

Eşitler arasında birinci filmin hangisi?

Tahmineh Milani’nin “Saklı Yarı” filmi.  Mejidi’nin “Serçelerin Şarkısı”,  Ghobadi’nin  “Sarhoş Atlar Zamanı”.  Farhadi’nin “Bir Ayrılık”.

Film festivalleri Ankara’nın kurşuni rengini ebruliye dönüştürür ve şenlendirir. Medarı iftiharımızdır: Gezici Festival, Ankara Uluslararası Film Festivali ve Kadın Filmleri Festivali. Uzun yıllar öykündüğüm(üz) İstanbul’a artık neredeyse fark atar olduk; giderek artan film festivali sayımızla. Kuirfest, Avrupa Birliği İnsan Hakları Film Günleri, İşçi Filmleri Festivali,  İf- Ankara Bağımsız Filmler Festivali ve 2012 itibarıyla Filmekimi. Ayrıca elçiliklerin düzenlediği  sinema etkinlikleri. Dahası, Zeki Demirkubuz’un  “sinematografik bir kent” dediği Ankara son yıllarda sıkça film mekanı olmağa başladı. Ankara ve sinema,  Ankaralı festival insanlarını konuşmak istiyorum seninle; bundan sonraki bölümde. Şimdi küçük bir ara. (ŞD/HK)

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

Bir cevap yazın