Sair Yazılar

“Kasırgada Sürüklenen Sağanak Dolu Yığınlar da Olsak”

"Kasırgada Sürüklenen Sağanak Dolu Yığınlar da Olsak"

``Kasırgada Sürüklenen Sağanak Dolu Yığınlar da Olsak``

“Yatılı okulda okuyanlarda yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu gelişir” savından yola çıkarak, Ortaklar İlk Öğretmen Okulunda geçen yatılı öğrencilik günlerime ve yatılı okul yaşamına güzelleme içeriğindeki “Biraz Ben, Çokça Biz, Biraz Özlem, Çokça Keyif” başlıklı yazıma Ben, Çokça Biz, Biraz Özlem, Çokça Keyif,  bu tür deneyimi olanlar telefonla, e-posta yoluyla ya da bizzat görüşme yoluyla ses verdi.

Üç ayrı kişiden gelen dört e-postayı sizinle paylaşmak istiyorum.

Birincisi; Ortaklar İlk Öğretmen Okulunun efsanevi Beden Eğitimi Öğretmeni Ünal YURTÇU Hocamdan aldığım iki e-posta..

İşte ilki…

Sevgili Kızım;

(…)sevgi- özlem-saygı ve yaşam gerçeğini sergileyen, duygulu güzellikteki yazını okuduktan sonra gözlerimi kapatıp, 1960 yılına gittim.

Demek ki öğretmen okulluların birçoğunun kaderi-yaşam çizgisi aynı paralelden geçiyormuş. Yazında yer verdiğin izlenimlerinin çoğunu ben de Tokat İlk Öğretmen Okulu’nda yaşadım. Onlara değinmeyeceğim.

Senin güzel duygularını okuduktan sonra bende çok duygulandım. Bir kaç satır da ben yazayım mı?

Ben, Turhal’ın Kızkayası köyündenim. Orta okul son sınıfta ilk defa beden eğitimi öğretmeni görmüştük: İlhan İşler Bey…

27 Aralık’ da yaptırdığı kır koşusunda birinci gelmem İlhan Bey’in dikkatini çekmiş. “Sen nerede idman yaptın? Antrenörün kim?” diye sorduğunda, “İdman ne ki? Antrenör ne ki? Ben 5 km. uzaklıktaki köyümden sabah gelip, akşam gidiyorum.” dediğimde inanamadı. Meğer gidiş-gelişlerdeki koşmacalar idman oluyormuş. Tokat’taki yarışlarda da birinci gelince “Seni Öğretmen Okulu’na göndereceğim. Orada spora önem veriyorlar.” dediğinde gülmüştüm. Kızkayası Köyü’nden, Tokat İlk Öğretmen Okulu’na.

“Hocam ben sınavları dahi kazanamam.” der demez, bana iki öğretmen buldu ve fizik, cebir ve geometri derslerini sınavlara kadar ücretsiz verdirtti. Annem çok sevindi, babam gönülsüz ‘peki’ dedi. Sınavları kazandığımda, köyden okumaya giden ilk delikanlıya çalınan davulun sesini hala duymaktayım.

Beni bugünlere o krosda birinci gelmem getirdi. Elbette ki Öğretmen Okulu’ndaki Edebiyat öğretmenim ve yazar Talip Apaydın Bey’in ve yaşamımın bir numarası Edebiyat öğretmenim -babam-  Günak Yüzak Bey’in  ve Beden Eğitimi öğretmenim Faruk Sükan Bey’in yön vermeleri, sosyal yaşamımı da bu günlere dolu dolu getirdi. Hepsine binlerce teşekkür…

Adabelenliler; sizleri çok seviyorum. Sevgi ile kal. 03.03.2010

Ve işte ardından gelen…

Sevgili Kızım; selam…

Yaşayanların; sohbetlerinde ara ara gerçekleri, dileyenlere sunmaları bir çok insana örnek de olabilir.

Ulusal yazarımız değerli Talip Apaydın benim öğretmen okulunda öğretmenim oldu. Yaşamıma yön veren ilk değerlerden birisidir.

Ancak… Yıllardır kendimi affedemediğim  bir konuyu iletebilir miyim?…Talip Bey okulumuza yeni atanmıştı. Belki de, o dönemlerin kıyıma uğrayanlarından birisi idi.

Onun aydın ve çağdaş  düşüncelerine karşı çıkan iki öğretmenimizin bizleri “gizliden Rusya ile telsizle konuşuyor” gibi  dolduruşları ve  yönlendirmesi ile, “kahraman Türk çocukları bizler(!), ” bir gece yarısı Talip Beyin evinin önünde “Komünistler Moskova’ya.” diye dakikalarca bağırmış, bekçilerin kovalaması ile kaçmıştık.

Bu değerli insanı tüm öğrenciler ve öğretmenler daha sonra çok çok sevmiştik. Yıl sonunda da onu Amasya Öğretmen Okulu’na göndermişlerdi.

Yıllar sonra 1980’Temmuz’unda Bodrum’da Talip Bey’in kitap imza gününde yanına gittim. Tüm cesaretimi toplayarak, kendimi tanıttım. Elini öptüm ve akşam restorantımıza yemeğe davet ettim. Kendisinden yeniden özür dileyerek, geçmişi anlatmıştım yemekte.

O değerli insanın hoş görüsünü hiç unutamıyorum. Son sözü de aklımda kaldığı kadarı ile  “Biz sizlere, siz öğrecilerinize,  onlar da öğrencilerine ve gençliğe karşı görevlerimizi yaparsak Türkiye, Atatürk’ün çağdaşlık yolunda yürüyecektir.” demişti.

Bugünlük bu anı yeter mi? Senin de hocan olan Günak Yüzak Hocama ilişkin anılarımı daha sonra iletirim. Sevgiler… 04.03.2010

İkincisi; Sosyal Hizmetler Akademisi’nden (81-SHA tertip) sevgili sınıf arkadaşım Cemal Yağcı’dan.

Şadiye bir yazı yazmış; aldı götürdü beni 36 yıl öncesine.

Yıl 1974. Okulların açılmasına bir hafta kalmış. Orta kısmını bitirdiğim ve lisesine devam edeceğimi düşündüğüm İzmir-Karabağlar Cumhuriyet Lisesi’nin müdür yardımcısı Gaffar Kahraman beni okula çağırdı. Gittim. Dedi ki; “Yağcı, öğretmen okulunu (yedekten) kazanmışsın gitmek ister misin?  Ama okul İmroz’da, Gökçeada’da.”

Bir okul kazanmış olmak, harika bir duyguydu. Eve haber vermeliydim. Evde de haberi verir vermez bir mutluluk, bir sevinç. Düşünsenize hem parasız yatılı okuyacaksın, hem de öğretmen olacaksın.

Uzatmayalım, rahmetli babamla altı saatlik İzmir-Çanakkale yolculuğundan sonra Gökçeada Feribotu’na bindik. Aman Allah’ım; ilk şoku orada yaşamıştım. Daha boğazı çıkar çıkmaz müthiş bir dalga… Yine dalgalar kadar müthiş bir mide bulantısı. Benim gibi öğretmen okulu yolcusu bütün çocukların kusmuklarından feribotta, basacak yer kalmamıştı.

Okula ulaştıktan sonra ilk haber… Öğretmen Okulu, öğretmen lisesine dönüşmüş. Öğretmen olarak mezun olamayacak, ama eğitim enstitülerine geçişte kontenjan tanınacakmış bize.

Ayrılırken babamın da, benim kadar ağladığını anımsıyorum. Yıllar sonra oğlumu yatılı okuyacağı İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’ne yerleştirmeye götürürken, arabada hüngür hüngür ağlamam da biraz bunun içindi herhalde.

Yazındaki bir sürü güzel şeyin, çoğuna katılıyorum. Ama ben  “Yatılı okulda okuyanlarda yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu gelişir.” diyen hocaya da katılıyorum.

Her şeye rağmen Gökçeada benim için müthiş bir yalnızlıktı. Hala aklım almaz İzmir’in göbeğinde yaşayan bir çocuğun Allah’ın Gökçeada’sında ne işi vardı? Üstelik okul başlayınca gidiyorsun, sömestr tatilinde –o da hava müsaade eder, vapur kalkarsa– İzmir’e geliyorsun, sonra bir de yaz tatilinde.

Şimdi düşünüyorum da aptalca bi şey, salakça bi şey, lanet bi şey. İzmir’de okul kalmamış sanki.

Peki ya okul? Bizim ilk müdürümüz Şadiye’nin okulundan, Ortaklar’dan –belli ki sürgün- gelmişti bize: “ES”.

Okulun öğretmenleri? Bir kısmını ‘öl deseler ölecek kadar sevdik’. Bir kısmından ‘şeytan görsün yüzünü diyecek kadar nefret ettik.

Nasıl lanetlemem? Müziği çok sevdiğim, hatta yetenekli de olduğum halde piyanonun, kemanın bile olduğu müzik odasını bana kullandırmayan müzik öğretmenine ne demeli? 14 yaşında çocukları taa o zamanlarda sağcı, solcu, ülkücü diye ayırmaya başlamışlardı. Sonra geldiğimiz noktayı, hepimiz biliyoruz.

Evet, Şadiye’nin yatakhanesi 53 kişilikmiş. Bizden şanslıymış. Çünkü bizim yatakhane 96 kişilikti. Evet tam 96 kişi aynı yatakhanede yatıyorduk.

Bunun neresi güzeldi biliyor musunuz? İki şey kalmış aklımda. Biri; sinir bozucu sesiyle sabahın köründe gelip ‘koğuş kalk’ diyen hocayı aynen taklit eden arkadaşa yaptıklarımız… Diğeri de; Kıbrıs Barış Harekatı sonrası boşalan köylerden, Kaleköy’ün kilisesine camdan girip bir kasa mum alıp,  okula getirmişti bir arkadaşımız. O mumları yatakhanedeki bütün demir karyolaların tümüne birer tane yapıştırıp yakmamızdan çok kısa bir süre sonra hemen karşıda lojmanlarda oturan öğretmenlerimizin hepsi -neredeyse pijamalarıyla- yatakhanede yangın var diye koşarak gelmeleri.

Yemekler, ah o yemekler… Yine iki anı var. Biri; hava koşullarının elverişsizliği nedeniyle sömestr tatilinde eve gidemeyişimiz. Yokluk nedeniyle okulun ambarlarında ne kaldıysa onu yeyişimiz… Bir hafta boyunca nohut… Ve  yan yana dizilmiş onlarca masaya paylaştırılan kuru fasulyelerden kurtlu olanları ayıklayan yüzlerce öğrenci.

Ama ‘yiğidi öldür hakkını yeme’ demişler. Okulun iki güzel yemeği vardı ki; hiçbir yerde bir ömür yiyemedim. Biri; bahar gelince yapılan fırında kuzu kızartmaları (hele yemekhane nöbetçisiyseniz, kelleyi de paylaşırdınız), ikincisi şimdilerde tanesini 20 liraya bulamadığımız lüferler.

Şadiye nerden çıkardın bu işi yaa. Bu yazmakla bitecek bir şey değil. Sevgiler 06.03.2010

Üçüncüsü; hemşire kökenli sosyal hizmet uzmanı arkadaşım, kardeşim Sevgi Taş’dan.

(…) Sivas Sağlık Meslek Lisesi’ne 15 yaşımdaydım. Ailemde Sivas’ta yaşadığı halde, yatılı okuyacak ve hafta sonları evci çıkacaktım. 15 gün boyunca gittiğim liseyi bırakıp, hemşirelik okuluna gitme kararı bana aitti. Ailemin bu konuda beni asla zorlamadığı için, onları hiçbir zaman suçlayamadım. İlk hafta var ya; inan abartım yok, bir mevsim ya da bir yıl kadar uzun geldi bana.

Okul genel ruhu mu? Rahibe eğitim tarzı desem! İlk yıl çok sancılı geçti. Stajlara gidip-gelirken –aileden bile olsa– konuşmak yasaktı. Saç fırçası, deodorant, dudak koruyucu kullanmamız da yasaktı ama –komik olan– bu tür şeyler kantinde satılırdı. Baskın şeklinde yapılan aramalar sırasında demir dolaplarımızda ne var ne yoksa alınıp, idareye götürülürdü.

Ortaokulda başladığım atletizm sporu uğraşımı burada da sürdürdüm, yarışmalara girdim. Tiyatro grubunda yer aldım. Okulda erkek olmadığı için başroldeki erkek oyunculuğunu kimseye kaptırmadım. Etütlerde sınıfı en çok ayartan, her türlü muzurluğu ve yaramazlığı yapan ben olduğum halde  çalışkan olduğum için ya ufak disiplin cezaları alırdım, ya da görmezden gelinirdi.   Son üç yılın nasıl geçtiğini anlayamadan, mezun oldum. Hemşire olarak işe başladım. 1985’de üniversite; sosyal hizmet eğitimi… Tam 25 yıl geçmiş, inanamıyorum.

Yatılı okul bana hayatla mücadeleyi, ayaklarımın üzerinde durmayı, toplumla bütünleşmeyi öğretti, medeni cesaretimi arttırdı ama yine de gençlik yıllarımın bir hapishanede geçmiş yıllar olarak düşünürüm hep.

Normal liseliler gibi sokaklarda aylaklık yapamadım, flört yaşayamadım, gönlümüzce bir pastaneye gidip oturamadığım için hep  “çocuğum olursa yatılı okula göndermeyeceğim.” deyip durdum. Büyük konuşmak diye buna denir.

Bu yıl oğlum Doğaç, girdiği Seviye Belirleme Sınavı(SBS) sonuçları açıklanmadan önce  bir gün hiç beklemediğim bir anda “Ben Mengen Aşçılık Okulu’na gideceğim.” deyince dünyam yıkıldı. Oğlum benim hayalimde olmayan, üstelik hiç onaylamadığım aşçılık mesleğini seçecek, üstelik bir de yatılı okuyacaktı.  Oğlum, bütün itirazlarıma rağmen hayallerine çoktan girmiş olan aşçılık mesleğini seçmekte kararlıydı. “Anne; boşuna çabalama!  Ben bürokrat, doktor, hakim vs. olmayacağım. Ben mesleğimi seçtim; aşçı olacağım. Sen gelini istemeyen kaynana gibisin.” diyerek bana ithamda bulununca, daha fazla direnemeyip “evet” demek zorunda kaldım.

“Evet” demesem de, zaten -aynen benim yaptığım gibi- bizlerden izin almadan gitmekte kararlı olduğunu gördüğümden, “bari darbe kansız olsun.” deyip,  razı olmuştum.

Buruk bir anne olarak çeyiz dizer gibi eşyalarını,  giysilerini hazırladım. Oğlumu  babası ile Mengen’e yolcu ettiğim gün içimin nasıl yandığını,  boğazımın nasıl düğümlendiğini anlatmama gerek var mı?

Ben duyarlıyım ama, duygusal bir insan /anne olmadığım halde sürekli “Ne yapıyor? Ne durumda? Ya aç kalıyorsa?” diye düşünmeden edemiyordum.

İlk yarı yıl dönemi geçti; ben biraz alıştım ama Doğaç –kendisi isteğiyle gitmiş olsa da–  hala alışamadı. Ayda iki kez hastalandığından antibiyotik kullanıyor. Halen süren cilt problemleri yaşıyor. Hastalıklarının çoğu stres kaynaklı; biliyorum.  Geri dönmesini teklif ettiğimde yanıtı: “Ben buraya aşçı olmak için geldim. Mesleğimi alıp öyle döneceğim.” oldu. Üniversite de de aynı bölümü okuyup, dünya mutfağını öğrenmek için yurt dışına gitmekte, beş yıldızlı otel ve restoranlarda çalışmayı hedefliyor.

Hedefleri, geleceğine yönelik düşünceleri güzel de… Tüm bunlar  yatılı okuduğu gerçeğini değiştirmiyor ki… Benden şanslı yanı; daha fazla imkanlara sahip olması belik ama sonuçta bizden ayrı yaşıyor. Özgürlüğüne çok düşkün olan Doğaç’ın istediği zaman dışarıdaki hayata karışamaması inan ki beni ondan daha fazla üzüyor. Niye? Çünkü ben de aynı yaşlarda, oğlum gibi, kısıtlıydım.

Tek tesellim yatılı okulun bana kazandırdığı -ve asla yabana atamayacağım- güzelliklerin, hala uygulanabilirliğinin olması. O sayede edindiğim ‘altın bilezik’ dediğim hemşirelik mesleğimi hayatın her anında pratiğe geçirebiliyorum mesela.

Ailemizin ikinci kuşak yatılı okul öğrencisi olan oğlum Doğaç’da umarım ileride benim gibi kendini teselli eder. Ve en önemlisi o da üçüncü kuşak yatılı okul öğrencisi olmak isteyen –ya da farklı şeyler- çocukları olursa bir baba olarak onların kararlarına bir baba olarak saygı duyar;  benim gibi içi kan ağlayarak.

Geçmişte yatılı okumuş ve hala okumakta olan herkesi  sevgi ile kucaklıyorum. Canım oğlum seni koklayarak öpüyorum.

Hamiş: “Büyük lokma yut ama büyük konuşma. 07.03.2010

Görüldüğü üzre bu yazıyı ben değil, sevgili Ünal Yurtçu Hocam ve sevgili arkadaşlarım Cemal Yağcı ve Sevgi Taş yazdı.

Gönül dolusu teşekkür ediyorum hocama ve arkadaşlarıma. Ve teşekkürlerimle birlikte özürlerimi iletiyorum mektuplarına, düşüncelerine yer veremediğim diğer okurlara.

Bir küçük anı ekleyeceğim sadece. İlkokul beşinci sınıfta Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanan iki(z)  kızımın girecekleri sınavdan bir hafta önce yapılacak olan “Parasız Yatılı Sınavı’na da girerek sınav deneyimi kazanmaları düşüncemden hareketle, başvuru süresinin son günü sınav harcını yatırıp, formları da doldurarak ellerine vermiştim; öğretmenlerine teslim etmeleri için. Olur a, kazanırlarsa yolları(m-z) diye, ikisi anlaşıp o gün formları idareye teslim etmemiş. “Evimizden, sizden ayrılmak istemiyoruz çünkü.” dediklerinde kızamamıştım hiç.

Ne desem ki son söz yerine… Yatılı okul deneyimini olan/olacak herkese Kasırgada Sürüklenen Sağanak Dolu Yığınlar da Olsak; Buluttuk, Suyduk” deyip, sevgilerimi göndersem ve bu yazı burada bitse olur mu?

*Şadiye Dönümcü. sosyal hizmet uzmanı. [email protected]

** Başlık: Birsel Kurt.

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

Bir cevap yazın