Rengahenk Yaşlılar

Makbuş: Kendini Martılarla Bir Tutan Kadın

Makbuş: Kendini Martılarla Bir Tutan Kadın

Duvarın, camın rengi aynı kurşuni, kırık çerçevedeki resim ve udu yatağının altında… Eyüp Sabri kolonyaları, acıbadem kurabiyesi, Toblerone çikolatası, kampanyada fırlatılan çaydanlık… Alkolle karışık kuru üzüm ve likörlü çikolatayla yıldızlara…

 Huzurevi’nde göreve başladığım gün yarı aralık oda kapısını açtığımızda karşılaştım onunla ilk kez. Genzimi yakan o değişik alkol kokusuyla da o gün tanıştım.

İki büklüm, küçücük, buruş buruş, yeşil mercimek gözlü, kocaman burunluydu. Bembeyaz saçlarının perçemi tuvalet kağıdı rulosuna ataşlanmıştı.

Üst üste giydiği üç ayrı renkteki ‘süveterimtrak’ (kazak iken yaka ve kolları makasla gayri nizami kesilmiş) giysisini, eprimiş pembe naylon kombinezon ve lacivert triko tayt tamamlıyordu.

Duvarın, camın rengi aynı: Kurşuni

Rafya+anahtar kolyesi, sapının teki çengelli iğne ile menteşeye tutturulmuş, tek camlı, siyah kocaman gözlüğü, kocaman naylon terlikli bu ‘asır’lık kadın değişikti. Bedeninde can suyu -sanki- kalmayan bu Makbule Hanım, daha sonra benim ‘Makbuş’um olacaktı.

Şaşkınlığımdan güçlükle “merhaba” diyebildim. Mercimek gözleri daha da küçüldü, bizi seçmeye çalışırken. Arkadaşım beni tanıtınca “Müşerref oldum. Yeni göreviniz hayırlı olsun!” diyen bir İstanbul Hanımefendisi vardı bu kez karşımda.

“Bir isteğiniz olursa, yardımcı olabilirim!” diye gevelerken, gözlerim odada seyahate çıkmıştı.

Ancak görmesi ve algılaması gereken o denli çok şey vardı ki: onlarca naylon poşet, değişik boyutta içi su dolu pet şişeler, mini minnacık sabun dolu sabunluk -olsa gerek- , farklı gri tonlarında – cam mı?- bardaklar, kirli tabaklar, küçücük tencereler, yoğurt kapları, bisküvi folyoları, büyüklü küçüklü kolonya bidonları, pasta kutuları, ve çok sayıda büyüklü küçüklü kolonya bidonu, dolap üstünde valiz, çantalar…

Duvarın, camın rengi aynı: kurşuni.

Kırık çerçevedeki resim

“Uygun zamanda görüşsek” diyor, “olur”luyorum hemence. Duvardaki camı ve çerçevesi kırık fotoğrafı geç algıladım.

Smokinli ve yürek titretecek kadar yakışıklı bir erkek ile boynu pandantifli, derin göğüs dekolteli uzun elbiseli, yüz ve saç tuvaleti özenli, -sanki- baktıkça güzelliği artan bir kadın yan yana ve ayakta.

İnanılması güç: karşımdaki kadınla, fotoğraftaki kadın aynı insan. “Heyhat” dedim içimden, ancak kendimin duyacağı bir sesle.

Makbuş’un güzelliği Çerkezliğinden. İstanbullu tüccar bir ailenin kızı. Notre Dame de Sion’daki Fransız(ca) hocasına -yaşamı boyu- düğümlü kaldığından, kendinden on altı yaş büyük sefir eşini hiç sev(e)mediğinden ve de tehlikeyi sezdiğinden, eşine çocuk -belki kendini de- vermemiş.

Udu yatağın altında

Eşinin memuriyetine zarar vermemek için sadece ‘duygusal’ boşanmayla yetinmişler. Dünyanın görülesi bir çok yerine yaptığı seyahatlerde İstanbul’a hiç ihanet etmemiş.

Makamların tümüne vakıf olan Türk Sanat Müziği tutkunu olan Makbuş’un udu, yatağının altında duruyordu.

Yedi lisanda derdini anlattığını söyler, abisini kaybettikten sonra geldiği huzurevinde zorunlu olmadıkça çevresindekilerle Türkçe bile konuşmazdı.

Dokuz metrekarelik odasında yarattığı evreninde, Abdullah Yüce’nin “hiç mi gülmeyecek benimde yüzüm” yada “güzel gün görmedi avare gönlüm” şarkılarını söylerdi, keyifli olduğunda.

Eyüp Sabri kolonyaları

‘Bohem’ abi tüm mal varlıklarını satınca, öldükten sonra eşinden bağlanan dul aylığıyla geçinemeyince psikiyatristi huzurevine yerleştirilmesine ön ayak olmuştu.

Uzun yıllar “Obsesif- Kompulsif Davranış Bozukluğu” tedavisi gören Makbuş ‘rezistans’ uyumsuzluğu ve temizlik obsesyonu yüzünden zorunlu olmadıkça, kimseyle iletişime girmiyor, sadece yardımcı hizmetli Gülizar’ı muhatap alıyordu.

Gülizar onun, dış evrenle iletişimini sağlayan ‘şnorkel’iydi.

Odasından sadece tuvalet ihtiyacı olduğunda çıkan Makbuş, banyo yapmak yerine kolonyalı pamukla -aklına geldikçe- silinmeyi yeğlerdi.

Harçlığının büyük bölümü Eyüp Sabri kolonyası bidonlarına giderdi.

Makbuş, kolonya siparişi vermem için -peçeteye yazdığı- mektup gönderince, ben telefonla sipariş verirdim.

Eyüp Sabri Anafartalar Şubesi kuryeyle gönderirdi bidonları.

Her tür temizliğini kolonyayla yapan, ancak giderek azalan aylığı -harçlığı- yetersiz kalınca, kolonyayı sulandırır olmuştu.

Acıbadem kurabiyesi, Toblerone çikolatası

Makbuş’la dostluğum sempati ve güven aşamalarını -koşarak- geçip, destek aşamasına geldiğinde başladı. Huzurevine atanan genç sosyal hizmet uzmanı ve psikolog arkadaşlarla kurduğu anlamlı ilişki Makbuş’un bizim dünyamıza dahil olmasını sağladı.

Flamingo Pastanesi’nin acıbadem kurabiyesi, Besi Çiftliği’nin soğuk sandviçi, Toblerone çikolatası vazgeçilmezleriydi.

İlaçlama yapıldığında, onu zorla bahçeye indirirdik. Yeter ki gün güneş görsün diye. Televizyon seyretmeyen, radyo dinlemeyen Makbuş’un, bizim dünyamızda olan-bitenleri bilmesinin sırrına eremedim hiç.

Hep yüksek sesle izlenen televizyonun bulunduğu salona bitişikti odası. Acaba haber kaynağı o muydu? Bilmiyorum. Magazin dedikodularını da bilirdi.

Bana “göz bebeğim” dediği Hasan Pulurun köşe yazılarını gönderirdi Gülizar’la.

Kampanyada fırlatılan çaydanlık

Odasını asla ellettirmez ve temizletmezdi. O dünyanın temiz ve düzenli insanıydı, kendine göre. Gülizar çaktırmadan bir şeyi, çöpe atsa, kıyamet kopardı. Küsüverirdi iki üç günlüğüne.

Odasında ‘zorunlu’ temizlik kampanyası ilan ettiğimiz bir gün, o mini minnacık kadın, çaydanlık fırlatmaya kalkışmıştı kafama.

Elini tutarak engellemiş, birbirimize karşılıklı “seni anlıyorum, ama….” demiştik. Kampanya karşıtı eylemleri işe yaramamıştı.

Bir ay konuşmamış, kolonya siparişleri hariç yazışmamıştı benimle.

Ve dayanamamış olmalı: ad-soyadıma akrostişli peçeteye yazılı şiirini aldım bir gün. Cevabi papatyalarımı kabul etti.

Herkes ağlıyor, nedenler farklı olsa da

Yaşlı haftasında konser veren Türk Sanat Müziği topluluğu saz heyetindeki sanatçılara “Bir yaşlıyı çok mutlu etmeme yardımcı olur musunuz?” demiştim. “Evet”leyince onun kapısının önünde keman taksimiyle başlamış, fasıl ardından gelmişti.

Baş solistin istediği parçaların bir kısmı çalınıp-söylenebildi. Tümümüz ağlıyorduk, farklı nedenlerle de olsa. Bu keyifte, bu güzellikte ağlamaktan imtina edilemezdi.

Makbuş’a yaz-kış çok özel günlerde giydiği şömizye lacivert üzerine beyaz puantiyeli elbisesi çok yakışırdı. İlaç kullanmaz, doktora da gitmezdi.

Alkolle karışık kuru üzüm

‘Ahbap’ sınıfından psikiyatristi gelirdi nadiren. Bir de eski ev sahibinin avukatı. Aralarındaki davanın Makbuş aleyhine sonuçlarını izleyen avukat, sürekli faiz işleyen alacağını tahsil için değil, böylesine özel bir insanı derinlemesine tanımanın telaşındaydı sanki.

Makbuş’un kolonya içtiğine dair bir söylence vardı huzurevinde. Yirmi yılını geçirdiği huzurevinde her gece -iki çay bardağı sek- rakı içtiğini bilen insan sayısı ise çok azdı.

Odasında ‘cici boğaz’ dediği yiyeceklerin hiç biri meze sayılmazdı. Bir arkadaş “Gün boyu yemeyen aç yaşayan Makbuş’u, alkolle karışık kuru üzüm suyu besliyor,” derdi.

Likörlü çikolatayla yıldızlara

Hayata dair her şeyi konuştuğumuz Makbuş, 1900 doğumluydu. Tek dileği “dalya” yapmaktı, 2000 yılında. Tek korkusu da ‘dört kollu”sunu taşıyacak insan bulun(a)maması idi.

“Sen yeter ki gitme…” dediğimde “Beni koyup koyup gitme/ ne olursun/ durduğun yerde dur/ kendini martılarla bir tutma/ senin kanatların yok/ düşersin yorulursun/ beni koyup koyup gitme/ ne olursun! -Atila İlhan-” şiirini okurdu.

Makbuş’un dört yıl sonra “dalya” demesine, kalbi ve böbrekleri izin vermedi, on yıl önce. Son istemi olan ‘likörlü çikolata’yı yedikten hemen sonra yıldızlara karıştı.

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

İlgili Mesajlar

Bir cevap yazın