Kültür Sanat

Palmiye… Kırmızı rujlu balık… Keops… Tannura…

Palmiye... Kırmızı rujlu balık... Keops... Tannura...

Palmiye... Kırmızı rujlu balık... Keops... Tannura...

İnsan en güzel yaşlarına geldiğinde, yani yaşama olasılığı olan sürenin yaşadığı süreden daha az olduğunun ayrımına varınca anlıyor ya; asıl hayatın anlamını. O zamana dek hayatın içinde bulamadıklarını –hala– bulabilme umuduyla keyif aldığı şeylerin peşinden koşmaya başlıyor ya.  Yorularak, yıpranarak elde ettiklerinin tadını çıkartmak için, keşfetmekte geciktiklerini telafi etmek için, hayatın –bilmediği- başka şifrelerini çözmek için gezmek istiyor ya.

En güzel yaşlarımı sürdüğümden olsa gerek, artık zamana ve mevsime bağlı kalmadan geziyor, bilmediğim tatlara yolculuk yapıyorum; ben de sıkça. Torunlarıma anlatacak yeni yaşantılar biriktiriyorum böylece.

* * * * *

Geçtiğimiz günlerde iki arkadaşımla birlikte çok uygun fiyata bulduğumuz beş günlük bir turla MISIR’a  gittik.

İzmir-Adnan Menderes Havaalanı’ndan kalkan uçağımız, iki saat sonra bizi İskenderiye(Askeri)  Havaalanı’na indirdi.

Güneş altında ya da havasız ortamda saatler süren pasaport işlemleri keşmekeşinin bozduğu moralimizi, tur şirketimizin hediyesi çiçek-hurma-papirüsler düzeltiverdi hemence.

Cleopatra’nın yaşadığı kent: İSKENDERİYE

Mısır’ın ikinci büyük kentinin yollarında otobüsümüz hızla ilerliyor. Çok katlı, birbirine yaslanmış, mavi pencereli, perdesiz, hardal sarısı-kahve tonlarındaki binalar gündüz vakti kenti karartıyor kenti. Yollar araç ve insan kaynıyor. Gözümün yakaladığı her kare yoruyor beni. Açıkta satılan etler… Rengahenk meyvelerin  olduğu el arabaları… Işıksız-kuralsız seyreden eski model yüzlerce araba… Entarili binlerce adam yürüyor sokakta, çok az da kadınlar… Neredeyse hiç çocuk yok…

Gündüzleyin şehir lambaları yanıyor. Araba kullanan bir kadın gördüğümüzde otobüsten alkış sesleri yükseliyor. Güya çöldeyiz ama görüntü sahil kenti.

Rehberimize soruyorum “Niye binaları bu çirkin renklere boyamışlar?” diye. Yanıt: “Kum fırtınalarının etkisi. Mor ya da kırmızıya bile boyasalar bir süre sonra kahverengiye ve oksit sarıya dönüyormuş.” diyor.

Deniz ürünlerinin bol ve ucuz olduğu kentte program sıkışıklığı nedeniyle yemek sorunumuz kumanyalarla çözülüyor.

Antik dünyanın yedi harikasından biri Pharos Deniz Feneri”ne ilişkin bilgi veriyor rehberimiz:

“Limanın karşısındaki Pharos adası üzerinde Mısır’ı ele geçiren Romalıların kurduğu Ptolemaios devletinin ilk iki kralı tarafından MÖ. 285-246 yılları arasında yaptırılmış. Beyaz mermer kullanılmış. Yüksekliği 135 m. Tepesindeki tunçtan yapılmış kocaman ayna limana giren gemilere yol gösterirmiş.  70 km. uzaklıktan görülürmüş. Fenerin alt bölümü dikdörtgen şeklinde ve 55 m. yüksekliğinde. Gövdesi 27 m. yüksekliğinde,  yukarıya doğru yükselen rampalı silindir şeklinde. Üst bölümü silindir şeklinde olup, üzerinde alevin bulunduğu ayrı bir bölüm varmış. Fenerin üstü 955 yılında deprem ve fırtına sayesinde, gövdesi 1302 yılında başka bir depremde yıkılmış. 1500 yılında ise tüm kalıntıları yok olmuş. Memlük Sultanlarından biri fenerin bulunduğu yere yaptıracağı kale –Kayıtbay– inşası sırasında fener kalıntılarını kullanmış.”

Antik İskenderiye Limanı’nın sular altında kaldığını söyleyen rehberimiz eski fenerin olduğu yöredeki  “Kayıtbay Kalesi”ne ilişkin bilgi veriyor.

“Bir Memlüklu Sultanı tarafından köle olarak alınan, bir diğer Sultan tarafından azad edilen Kayıtbay; daha sonra siyasi ve askeri ilişkileri yanı sıra edindiği servet sayesinde Memlük ileri gelenleri arasına girmiş. Servetini Kahire’nin her mahallesinde, İskenderiye, Kudüs, Halep, Şam, Mekke ve Medine’de yaptırdığı mimari eserlere harcamış.

Kayıtbay’ın 1400’lü yılların başında yaptırdığı kaleye yukarıdan bakıldığında fener gibi görülüyor. Duvar resimleri, çinilerin bulunduğu, zeminde mermerin kullanıldığı kalede hiyeroglif yazılarına da rastlanıyor. Giriş ve çıkışında İngilizce ve Yunanca ‘Alexandria’ yazılı levhalar var. İçinde bir cami ve  Denizcilik Müzesi var. Müzede Napolyon Savaşları’ndan kalma eserler yer alıyor. 1984 yılında restorasyondan geçmiş.

Zaman azlığı nedeniyle giremediğimiz kalenin önünde fotoğraf çekip, İskenderiye Kütüphanesi’ne doğru yola çıkıyoruz. Rehberimizin anlattıklarını not almakta zorlanıyorum.

I. Prolemaios’un kurduğu eski İskenderiye Kütüphanesi’nde dokuz yüz binden fazla eser varmış. Mısır’a giren her kitap buraya getirilirmiş. Kütüphanede kitabın nüshası çıkarılır, aslına el konur, nüshası sahibine verilirmiş. Memurlar başka ülkelere kitap almaya gönderilirmiş. Zamanın tüm eserleri toplanmış burada.

O zamanlar Anadolu’daki Bergama Krallığı kütüphanesi, bu kütüphanesi ile yarışırmış. Mısırlılar, oraya papirüs göndermez olunca, Bergamalılar tarihte ilk kez kağıdı (parşomen) icat ediyor. Krallık yıkıldığında Bergama’daki iki yüz bine yakın eser buraya getirilmiş.

Helen uygarlığında  İskenderiye Kütüphanesi’nin  büyük etkisi olmuş.

Yıl 391. Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos’un kilise yapılması için Hıristiyanlara verdiği eski Osiris Tapınağı’nın arsasında temel atılırken çıkan üzerinde eski dine ait yazılar bulunan taşla Hıristiyanlar alay edince putperestler ayaklanır.  Çarpışma… Kitlesel katliam… Sonuç: Kütüphane ve bölgesi yıkılır. Niye? Kütüphanedeki eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplar var diye. İmparator kitapların imhasını isteyince; kitaplar hamamlarda yakılıyor.

Kütüphanenin İskenderiye’yi kuşatan Sezar tarafından yıkıldığı ya da bir bölümünün zarar gördüğü teorileri var.

Rivayete göre eskisinin yerinde, Hüsnü Mübarek zamanında UNESCO katkısıyla yapılan kütüphane 2002’de açılıyor. Kapasitesi 2000 kişi. İçinde milyonlarca kitap, kaset, harita, video var. ”

Kütüphanenin mimarisi ilginç ama çevreyle bütünleşmemiş. Duvarlarında değişik harf ve desenler var. İçine girmesek de, binanın dış görünümünü ve önündeki güneş saatinin fotoğraflarını çekiyoruz.

Kubbeleri ve minareleri kadar taş işçiliğiyle de ün salan, içinde türbeler bulunduğu söylenen Abdul Abbas Camisi’nin sadece minarelerini görebildik uzaktan.

İskenderiye’deki Cecil Hotel’i, Zaglul Meydanını, Muntaza Sarayı’nı, “Pompeius Sütunu’nu” Res El-Tin Sarayı’nı, Yunan-Roma Müzesi’ni, Kavmül Dikka’yı, Kom el Shoqafa Katakombu’nu (Hristiyanların yer altına yaptığı mezarlardan oluşan yer altı şehri) göremeden, yaklaşık üç saat uzaklıktaki Kahire’ye hareket ettik.

Firavunlar kenti: KAHİRE

Hava karardığından, gözlerimizden uyku aktığından yol boyunca bir şey göremiyoruz.  Tuvalet molasında kasadaki adama  20 Euro bozdurup yerine Mısır Poundu alıyorum. Meğer 14 Euro karşılığı vermişler bana. Zaten tüm gezi boyunca Euro, Dolar, Mısır Poundu ve Türk Lirası hesabı yapmakta hep başarısız oluyorum. Rehberimizin “otel harici bir yerde para bozdurmayın”‘ önerisine uyuyoruz hepimiz.

Ve Kahire… Her yer ışıl ışıl. Aydınlatma direkleri o kadar sık ki. Müthiş bir trafik akıyor, yavaş yavaş.

Nil Nehri’nde yapacağımız yemekli tekne turu için otobüsten indiğimizde nefis bir havayla karşılaşıyoruz.

Açık büfeden bol baharatlı yerel yemekler yerine deniz ürünleri alıp, karnımızı doyuruyoruz. Az sonra başlıyor eğlence. Beş kişilik saz ekibi eşliğinde dans eden dansözün kıvrak ritmine eşlik ediyoruz; önce sandalyemizde sonra sahnede.  Dansöz giderken, ‘tannura(dansör) geliyor.  Müthiş bir ritm, müthiş bir dans. Şaşkınız hepimiz.

Ara verildiğinde çıktığımız güvertede çok etkileyici bir manzarayla karşılaşıyoruz.  Teknemiz seyrediyor ama nereleri geçtiğimize dair bize bilgi veren olmadığından bakınıyoruz öylesine. Gökyüzünde yıldız az; şehir ışıkları yapıyor onların görevini. Nehirdeki her karaltıyı timsah zannedenlere garson yanıt veriyor: “Timsah filan yok.”

50 Euro’ya mal olan bu gezinin gündüz 10-20 Dolar’a yapılabileceğini öğrendiğimizde “Bir başka sefere” deyip, üzülmüyoruz.

Gün boyu görevlilerin bahşiş almak için kopararak verdiği tuvalet kağıtlarıyla girilen, su-sabun bulunmayan pis tuvaletler nedeniyle oteldeki odamızın banyosunda sıcak su ve sabun acaip mutlu ediyoruz bizi. Yataklarımız tertemiz, pırıl pırıl…

Deliksiz bir uyku sonrası başlıyor günlük koşuşturmamız.

Keops… Kefren… Mikorinos…

İlk durağımız piramitler… Rehberimizin anlattıklarını kopuk kopuk not alıyorum.

“Gize’de antik Memfis mezar kentindeki üç piramitten biri olan Keops;  yeryüzündeki anıt-kabirlerin en eskisi ve en büyüğü.

Dünyanın birinci harikası olan Keops Piramidi, dünyanın yedi harikasından günümüze kadar ulaşan tek eser. Mısır firavunu Khufu’ya mezar olarak inşa edildiğine inanılıyor.

Firavunun mumyası ile çok değerli sanat eserlerini ve kral-kraliçe-prens heykellerini saklamak için yapılmış. MÖ. 2.560’lı yıllarda başlayan inşaat 20-30 yıl sürmüş.

600 km. uzaktan getirilen ağırlığı 2-10 ton arasında değişen yaklaşık 2-3 milyon taş bloktan yapılmış. Taşların spiral bir rampa ya da dev manivelalarla yerleştirildiğine ilişkin teoriler var.

Keops piramitinin yapımı 10 yıl sürmüş, ilk yapıldığında yüksekliği 145,75 m. imiş. Erozyon vb etkisiyle 10 m.sini kaybetmiş. Eğimi: 54 derece 54 dakika. Bir kenarı: 227 m.  Dörtgen tabanı 50.524 m2.  İç ortasında, tepeden 100 m. aşağıda ve tabandan 40 m. yukarıda yer alan 50 m. Uzunluğundaki  dehlizden ulaşılan, içinde mumya ve hazinesinin bulunduğu firavun odasının uzunluğu: 10,5 m., genişliği: 5 m.,  yüksekliği: 6 m. Burada biri kraliçeye ait, iki oda daha var.

Büyük Piramit’in astronomi rasathanesi olarak yapıldığı, içindeki dev yarığın meridyenin hizası olduğu, geçitten yukarıya bakıldığında gökteki yıldızların görüldüğü söyleniyor. Tepesindeki dev kristallerin kurduğu enerji dengelerine ilişkin değişik iddialar var.

Keops’un mimari kehanet olduğu Arap Tarihçileri tarafından iddia edilmiş.
Piramidin içine yerleştirilen süt, yoğurt, yumurta taze kalıp bozulmadığı,  konulan jiletle defalarca tıraş olunabildiğinden özel bir enerji alanı olduğu iddia ediliyor.

Piramitlerin sırrı çözülemiyor. Lanetli olduğuna ilişkin şeyler anlatılıyor.”

Rehberimiz anlatımını sürdürürken yan koltuktaki arkadaş “Piramitlere İlişkin Şaşırtıcı Bilgiler” başlıklı bir kağıt uzatıyor. Okuyup, kısa notlar alıyorum.

“Piramit’in çevresi ve kraliçe odasının uzunluğu ‘pi’ sayısı ile çarpıldığında 365,242 sayısını yani yılın gün süresi eşit. Çevresi, yüksekliğinin iki katına bölündüğünde ‘pi’ sayısı çıkıyor. Ağırlığı 1015 ile çarpıldığında, dünya ağırlığını veriyor. Piramit’in dört yüzü de dört ana yönü gösteriyor. Bulunduğu yer dünyanın ağırlık merkezinin tam üstü. Dünya kara kitlesinin merkezine yapılmış. Açıları Nil’in delta yöresini iki parçaya bölüyor. Üç piramit, aralarında ‘pitagor’ üçgeni oluşturuyor.  Piramit dev bir güneş saati. Çeviren taş levhaların uzunluğu bir günün gölge uzunluğuna eşit. Piramit tabanının normal kenar uzunluğu Mısır endazesine ve tropik güneş yılının gün sayısına eşit. Vb..”

Heyecanla iniyoruz otobüsten. Yine keşmekeş. Yine kuyruk. Bilet için mısır poundu bulmakta zorlanıyoruz. Toz-toprak, bağırış-çağırış ve her din-dil ırktan müthiş bir insan seli. Ve elbette sıcak…

Nihayet içeri girdiğimizde, satıcıların hücumuna uğruyoruz. Kolumuzu çekiştirerek kendilerinden bir şeyler almamızı istiyorlar. Gruptan kopmamağa çalışırken biri, elimdeki fotoğraf makinasını kapıp, elimden çekiştirerek beni bir yere götürmek istediğini söylüyor. Bağırıyorum canhıraş. Ve anlamadan kendimi bir devenin üstünde buluyorum. Zorla indirtiyorum kendimi deveden. Bahşiş için sarıyor çevremi beş adam. “Yok” diyorum anlamıyorlar. Ve aralarından koşarak kaçarken  başka biri durduruyor beni. Zorla kafama beyaz tülbent bağlayıp, bant geçiriyor. “Hayır” diyorum, “Param yok. Çıkart” diyorum aldırmayınca kaçıyorum yanından, kafamdakiyle. “Ohhh; iyi ki örtmüş. Güneşten koruyor” diyeceğim sonra.

Müthiş bir görkem… “Anlatılmaz, yaşanır” demeliyim kalıplaşmış bir ifadeyle. Keops Kefren ve Mikorinos’un dışında prenses, firavun ve yardımcılarına ait mumyaların olduğu beş küçük piramit daha var.

Rehberimiz 30 Pound’luk bilet alındığında Kefren Piramitine girilebildiğini, ancak kapalı yer fobisi olanların ve kalp hastalarının girmemesi gerektiğini söylemişti. Ben bilet alanlardandım. Uzun kuyruk sırasında piramitten çıkanların ter içinde kaldığını gördüğüm halde, kendimle inatlaşıp içeri girdim Çok dar ve havasız olan dehlizde  20 m. ilerleyip  geri döndüm;  başıma bir iş gelir korkusuyla.

Otobüsle piramitlerin uzak çevresinde panoramik tur yapıp, fotoğraf çekmek üzere seyir terasına gittik. Her bir açıdan farklı bir görüntü çıkıyor karşıma. İnsanların kollarını açıp, garip pozlar vermesinin nedeninin değişik açıları yakalamak olduğunu öğrenince bizde acemi pozlar çekiyoruz.

Büyük Gize Sfenksi…

Rotamız: Büyük Gize Sfenksi. Rehberimizin verdiği bilgilerden küçük ve dağınık notlar alıyorum.

“Antik bir efsanevi yaratık. Tek bir parça granitten yapılmış. Gövdesi uzanan bir aslan ve kafası bir firavun kafası şeklinde. Uzunluğu 73 m. Yüksekliği 20 m. Yüzünün genişliği 5 m. Göğe doğru bakıyor. Mısırlılar aslanı kutsal hayvan sayıyor. Kefren Piramidinin arkasında ve yüzü firavun Kefren’e aitmiş. Doğan güneşi ve firavun için yeniden dirilişi temsil ediyor. Güneş Tanrısı Ra’yı her sabah doğar doğmaz görmesi için yüzünün doğuya dönük. Yapıldığı yıla ait değişik teoriler var.”

Uzaktan dehşet güzel görünüyor. Otobüsten inip, izin verilen en yakınına ulaşmak üzere yürürken satıcılar-çocuklar kesiyor önümüzü yine.

Dakikalarca kuyruk bekleyip, içeri giriyorum. 15 yaşlarındaki bir erkek çocuk makinemi elimden alıp, kolumdan çekiştirerek gösterdiği şekilde poz vermemi istiyor. Koşulsuz uyuyorum dediklerine; nedense. Çektiği sfenksli kareleri bir görseniz…  Adeta bir fotoğraf sanatçısı olan gence 5 Dolar bahşiş verince utanıyor ve bana sfenks magnetleri hediye ediyor.

Akşamları ses ve ışık gösterisi yapılan sfenks alanında seyir yeri var ama bizim görme şansımız yok. Toz-toprak-ter içinde otobüse binip, Kahire Müzesi’ne yol alıyoruz. Otobüs ve insan kalabalığı nedeniyle park etmekte zorlanıyoruz. Bahçede insan kaynıyor. Yerel rehberimizi izleyip kuyruklardan birinde sıraya giriyoruz. Kamera ve cep telefonlarını çıkartmamak üzere çantalarımıza konmamız isteniyor. Kayıt yasağı yeni konmuş.  Müzenin çevresinde ve bahçede olağan dışı güvenlik önlemleri var.

Ramses… Tutankhamun… Nefertiti…

Rehberimizin anlattıklarını gürültü yüzünden duyamayınca, seyahat öncesi sanal alemden edindiğim notları okumağa çalışsam da; beceremiyorum.

Güç bela içeri girdiğimizde kesif bir koku ve loş bir karanlıkla karşılaşıyoruz. Kimse kimseyi duyamıyor kalabalıktan. İtiş-kakış bir şeyler görme mücadelesine girişiyorum. Burası gizemli, büyülü ve anla(ş-t)ılması çok güç bir başka dünya ve asla iki saatte gezilebilecek bir yer değil.  O kadar çok eser var ki… Üstelik buradakinin 5 katı kadar eser de zamanında İngiltere’ye kaçırılmış.

Ramses, Tutankhamun, Nefertiti ve diğer tanrılar… Heykeller, masklar, kabartmalar… Silahlar, kap-kacaklar, hayvan bağırsağından yapılmış prezervatifler… Tutankhamun’un hazinesi, takıları ve altınlar, değerli taşlar… O kadar etkileyici ki… Burayı gezmek için iki gün yetmez insana. Uzaktan bakabiliyoruz sadece.

İçerisi öyle havasız ki… Yüzümüzü yıkamak için girdiğimiz tuvalette görevlinin havaya sıktığı koku midemi bulandırınca kendimi dışarı atıyorum çaresiz. Mumya özel bölümüne bile giremeden. “Nasılsa bi daha geleceğim buraya. Sakin sakin gezerim” diyerek kendimi rahatlatıyorum.

Bahçedeki nilüferli havuzun yanına oturup, her milletten insanı izlerken bir yandan düşünüyorum: “Günde 25-30 bin kişinin ziyaret ettiği bu müze için yapılması gereken çok şey var. Havalandırma ve ille de temizlik sorunu çözülmeli, modern müzecilik anlayışı hayata geçmeli” diye.

Papirüs… Hiyeroglif… Ve firavunlar…

Otobüsümüz Papirus Müzesi’ne gidiyoruz. Yine kuyruk… İçeri girdiğimizde görevli bize papirüs bitkisini ve kağıda dönüştürülme tekniğini anlatıyor.  İlginç…  Papirüs uzun lifli, sulak yerde yetişen bir bitki. Liflerin üzerindeki yeşil kabuk soyulduğunda ortaya beyaz renkli özü çıkıyor. İstenilen uzunlukta ve mümkün olan incelikte kesilip, şeritler halinde su dolu kaba konuyor. 6 gün bekletilip, çıkarıldıktan sonra şeritler bir kat, yatay, bir kat dikey şeklinde sıralanıyor. Papirüsün özü bu iki katı birbirine bağlaması için 6 gün süreyle preslenip, sıkıştırılıyor. Sonra üzerine hiyeroglif, Mısır tanrıları ve firavunlarına ilişkin desenler çizilip, elle boyanıyor. Baskı olmayıp, elle boyanan papirüsler pahalı ve dolayısıyla değerli. Kalabalık nedeniyle papirüs almadan çıkıyoruz oradan.

Hanü’l-Halil… El Ezher…

Kahire’deki son saatlerimiz…Hanü’l-Halil(El Halil) Çarşısı’ndaki El Ezher Cami’sini namaz vakti olduğundan gezemiyor, çevresinde fotoğraf çekiyoruz. Her türlü şeyin satıldığı çarşı çok kalabalık. Fiyatlar ucuz ve pazarlığa tabi. 20 Dolar denilen şeyi, 5’e  almanız mümkün. Hasbelkader fiyatını sorduğunuz şeyi size satmak için o kadar ısrarcı ve yapışkanlar ki; alacağınız varsa bile almıyorsunuz. Esnafın verdiği kağıt para üstü “sahte olabilir mi?” şüphesi uyandırıyor insanda. Tedavülden kalkmış madeni paralar vermişler mesela bana.

Sevdiklerimiz için küçük hediyeler alıp, bir kafeye oturuyoruz. Bardağı 2 Dolar’a üç meyve suyu sipariş veriyoruz. Hesap öderken 20 Dolar isteniyor bizden. Vermeyeceğimizi söyleyince garson “verceksin” diye tehdit ediyor. Adamın gözü cüzdanımda. Otobüsümüzün güvenliğinden sorumlu komiser yanımıza geliyor ama garson “Madam, madam” diye bağırmayı sürdürüyor. 6 Dolar verip hızlı adımlarla yürüyoruz otobüse; silahlı komiserimiz, rehberimiz ve arkadaşlarımla birlikte.

Şeyhin Sakalları… Kırmızı rujlu, palyoça kılıklı balıklar…

Saat akşamın 7’si ve bizim tam 7 saatlik bir yolculuğumuz var
Sharm El Sheik’e doğru. Öyle yorgunuz ki… Otobüste alış-veriş yapanların birbirlerine aktardıkları deneyimler bitince uykuya dalıyorum. Mola hariç bitap halde uyuyorum.Gecenin 2’sinde zorlukla buluyor şoför; kalacağımız oteli. Ellerde valiz, gözlerde uyku… İşlemler bitince, restoranda bir şeyler atıştırıp, odamıza çekiliyoruz.

Sabah el mahkum kalkıyorum yataktan, zorlukla. Hava sıcak.  Deniz pırıl pırıl.  Kahvaltı mükemmel. Havuz kenarında güneşleniyorum. 2 gün süren keşmekeş, koşuşturma, kalabalık yerine sakinlik, huzur var bugün.

Rehberimizden aldığım Şharm El Sheik’e ilişkin notları okuyup, not alıyorum defterime; kahvemi içerken.

Sharm el Sheik bölgesi; turizm özel bölgesi ilan edilerek koruma altına alınmış. Koruma sayesinde burası tatilciler için bulunmaz bir yer olmuş.

Mısır’ın modern yüzü olan Sharm El Sheik= Şeyhin Sakalları demek. Sharm El Sheik ise  güneş-deniz-kum demek. Doğal akvaryum=Kızıldeniz demek. Su sporları-alışveriş- eğlence merkezi demek. .

Kızıldeniz bir iç deniz. Adını mevsimsel olarak beliren ve suyu güneş altında kızıl renge dönüştüren algae’lerden (bir tür plankton) almış. Son 20-25 yılda bir balıkçı köyünden, yüzlerce otelin olduğu turizm cennetine dönüşmüş burası. Tüm dünyaca bilinen bir yer. Mısır’ın turizm gelirlerinin %40’ı buradan sağlanıyor.

Ras Muhammed Burnu: Dünyanın en büyük su altı milli parkı. Bölgedeki mercan kayalıkları zarar görmesin diye gemilere demir attırılmıyor, şamandıralara bağlanıyor.”

Sıkılıyorum okumaktan. “Görerek bilgileneceğim nasılsa” deyip, denize atıyorum kendimi. Çıktığımda rehberimiz “Cam dipli tekne turu”na katılacakların lobide toplanmasını söylüyor.

Araba yolculuğu sonunda teknemize biniyoruz. Yaklaşık 8 m2’lik cam var; teknenin dibinde. Üst yan çevresine sıralanan sandalyelere iki büklüm yere eğik vaziyette oturup, şimdiye kadar sadece resimlerde ya da filmlerde tanık olduğum acaip güzellikteki aşağıdaki dünyayı izliyorum  aradaki cama rağmen.

Oda büyüklüğünde mercan kayalıkları… Envai çeşit renk, desen ve büyüklükte balık ve deniz bitkileri… Dans edercesine yüzen kırmızı rujlu, palyoça kılıklı, mor-sarı-turuncu puantiyeli balıkların fotoğrafını çekmekten vazgeçiyorum; güzelliği daha iyi yaşayabilmemi engellediği için.

Kaptan ekmek atanlara bağırarak “Yasak.  Balıkları kolaya alıştırmayın. Doğal yaşamı bozamayın. Onları sinirlendirmeyin ki; dalanlara zarar vermesinler. Turizm polisi yakalarsa, yüksek ceza ödersiniz.” diyor.

Teknedekiler hiç duymadığım balık adlarından söz ediyor: Resif balığı, kocaman burunlu napolyon balığı, kırmızı iğneli aslan balığı,  koca çeneli müren balığı. Dertsiz kasevetsiz yüzen deniz kaplumbağalarına selam veriyorum uzaktan. Pis pis bakan adını bilmediğim balık ürkütüyor beni.

Arabada herkes birbirine yakaladığı kareleri gösteriyor. Profesyonel makinayla  çekilenlerin yanında benimkiler çok amatör.

Akşam yemeğimiz günün ve yerin anlamına uygun. Değişik şekillerde pişirilerek sunulmuş deniz ürünlerini keyifle tüketiyoruz.

Otelde İtalyan gecesi var. Bir süre izleyip çarşıyı turlamağa çıkıyoruz. Tur arkadaşlarımızın bir kısmı kumarhaneye, bir bölümü barlara dağılıyor.

Baharat, parfüm ve hediyelik eşya satan dükkanları geziyoruz; küçük şeyler alıyoruz sevdiklerimize. İtalyan bir kadına esnafın birinin yaptığı tacizden ürküp, otelimize dönüyoruz.

Sabah heyecanla uyanıp “Bugün büyük gün” diyorum kendime. Hayatımda ilk kez hem de Kızıldeniz’de dalacağım. Sırt çantamı hazırlayıp, aceleyle kahvaltı yapıyoruz.

Şado Ras Mohamed’de dalıyor…

Bu turda 3 yıldız bröveli ve su altı arama-kurtarma sertifikalı rehberimiz Elif eşlik edecek bize. Kaygılarımı paylaşıyorum onunla: “ya bir şey olursa bana” . Yanıt “çok yetenekli biri olman lazım ölüm konusunda. O kadar zor ihtimal yani” diyor ama içim pırpır. Kulak eşitleme, ağza dolan suyu boşaltma, deniz altı işaret dilini öğretiyor zamanı değerlendirmek adına.

Uzun kuyruk bitiyor ve teknemize biniyoruz. Rotamız Ras Mohamed koruma alanı ve milli parkı . Sharm’ın temel dalış noktası.

Yerel dalış eğitim okulu eğitmenlerinden badimiz Eşref ve yardımcısı Muhammed’le tanışıyoruz. Teknede 20 kişiden 14’ü dalacak. İlk kez dalacak 3 kişi var; biri de ben.. Eşref uzun ve anlamlı bilgiler verip, kuralları anlatıyor. “Disipline riayet şart” diyor sık sık. Onu dinlerken lacivert-turkuaz denize bakıyorum kaçamak. Benim gibiler için en fazla 5 m. dalma sınırı.  Dağıtılan formları dolduruyoruz. Kaygılarımı anlatmama gerek yok, anlıyor Eşref. “Korkma… Ben varım yanında. Elini hiç bırakmayacağım” diyor da… Mümkün mü korkmamak… Elif “ben de çevrende olacağım” diyor.

Paletlerimi seçiyorum. Saçlarımı topluyorum. Muhammed giyinmeme yardım ediyor. Elbisenin fermuarı zorlukla kapanınca;  gülme krizine giriyorum sinirden. Ağırlıklarım takılıyor, tüp bağlıyor. Gözlük ve paletler de tamam. Hala vazgeçebilirim ama yediremiyorum kendime pes demeyi.

Eşref aşağıdan sesleniyor: “Haydi” Paletlerin ucu boşlukta, ayağım teknede. “1-2-3″ diye bağırıyor ama ben atlayamıyorum. Bir daha sayıyor ama nafile. Aşağı baktığımda içim bir hoş oluyor. Yıllar önce izlediğim bir film sahnesi geliyor gözümün önüne. Kadın yüksek bir apartmanın çatısında. Atladı atlayacak ama atamıyor kendini. Sonra kızlarım geliyor aklıma. “Yok, yok” deyip tam vazgeçecek iken Muhammed hafifçe itiyor. Ve…

Sudayım. İçim çekiliyor. Müthiş panik. Eşref “no panic” diyor ama dinlemem ne mümkün. Nefes alıyorum ama, veremiyorum. Solunum refleksim yok oluyor bir an. Eşref’in kolunu çekiyorum habire. Tanrım; ne kadar güçlüymüşüm meğer. Öğrendiğim her şeyi unuttum. “Bana güven ” diyen Eşref’i çekiştiriyorum habire. O müthiş mücadele sırasında çok hafif hissediyorum aslında kendimi; gerçekteki yüksek ağırlığıma rağmen. Deniz altına da kaçamak bakışlar atıyorum. Sonsuz bir mavilik var; beni saran ve daha çok sarmak isteyen ama… Korkuyorum işte.

Bir ara sakinliyorum. Eşref mutlu. Yüzüyor muyuz? Derine mi iniyoruz? Bilmiyorum.  Balıklar geçiyor yanımdan. Mercan kayalıklarının üzerinden süzülüyoruz birlikte. Derken yine o yaman korku geliyor. Saçma sapan hareketler yapıyorum. Eşref kızıyor: “Yapamayacağız, çıkalım.” Aslında başarmak istiyorum dalmayı. Yaşamak istiyorum o maviliği. “Lütfen bir daha deneyelim” diyorum yanımdan geçen palyoça kılıklı balığın hatırına. “Okey“liyor Eşref. Ben yine debelenmeğe başlayınca “çıkıyoruz” diyor.

Çıkıyoruz birlikte. Tuhaf duygular yaşıyorum. Denizde sadece boyun yüksekliğimde yüzebilen ben; bugün daldım iki-iki buçuk metre. Müthiş bir başarı. Teknedekiler beni 30 m. derinliğe inebilmiş  bir dalgıç gibi, alkışlarla karşılıyor.

Kahvemi içip sakinleyince kendimi sorguluyorum; “neden panikledim ki?” diye. Şezlongda güneşlerken dünyanın tüm dalış noktalarında dalan arkadaşım Neşe’nin söyledikleri geliyor aklıma.

“Suyun içinde olmak meditasyon gibi bir şey. Atladığım anda suyun beni sarıp sarmalamasından, tenimin her noktasına dokunmasından çok keyif duyarım. BC’deki havayı boşaltıp, aşağıya doğru indikçe vücudumun ağırlığı yok olur. Sessiz, rengarenk, büyüleyici bir tablonun içine girerim. Sadece kendi nefes alış-verişimin sesini duyar, etrafımda yüzlerce rengarenk canlının salınışını izlerim. İstediğim hız ve yükseklikte, çoğunlukla o canlıların ritmine uygun hareket ederim. Kah bir kaplumbağa ile gözgöze yüzerim, kah kendini saklamak için renkten renge giren minik bir ahtapotla. Ya da bir gobi ile ortak yaşam kurmuş ve sürekli yuvaya giren taşları dışarı atan minicik yaratıkla oynar, onlarla dudaklarımı kıpırdatmadan konuşur, duyulmayan kahkahalar atarım.  Sudaki tüm canlıları dokunmadan severim hep. Vücudunun ağırlığını hissetmemek rüya gibi bir şey. Suda beden hareketlerim asgariye iner, nefes alışım çok yavaşlar, içimdeki müziğin ritmine uyarım gülümseyerek.  Huşu içinde salınırken  bir yunusun ıslık sesini duyduğum da hissettiklerimi anlatmak mümkün değil.”

Sonra kendimi kutlamaya karar veriyorum:  “Bak Şado! Denemendi asıl önemli olan. Geliştirmek sana kalmış bir şey” diyerek.

Elif sesleniyor: “Gelebilir misiniz buraya?” diye. Yanına vardığımda benim yaşlarımda bir kadının ağladığını görüyorum. “Hayrola?” dediğimde denizde yüzerken akıntıya kapılıp sahile çıkamadığını öğreniyorum kadının.  Sosyal hizmet uzmanı Şado göreve başlıyor. Rahatlatıyorum denizden gelen arkadaşımı. Giysilerimi, sigaramı paylaşıyorum onunla.

Yemek molasında balıklı, humuslu, salatalı menü iyi geliyor hepimize. Çay içerken Eşref  geliyor yanıma: “Şnorkelle yüzdüreceğim sizi, az sonra” diyor. İtiraz etmek istiyorum ama dinlemiyor. Kocaman bir simit atıyor; denizde beni bekleyen  Muhammed’e doğru. Sonra da elimi tutup, aşağı çekiyor beni.

Şnorkeli nasıl rahat kullanıyorum, anlatamam. İçimden bağırıyorum: “Neşeeeeeeee; çok haklıymışsın” diye.

Suyun yüzü çölmüş meğer…

Yıllardır suyun üstüne bakmakla hata etmişim. Meğer suyun yüzü çorak bir araziymiş. Suyun altı ise verimli, zengin hem de çok renkli. Bitkiler çeşit çeşit. Oyalı, katmerlisi de var. Gül gibi, kaynana dili gibi olan da, tül gibi şeffaf olan da. Hiç tanımadığım renklerle tanışıyorum aşağıda.  Neşe’nin söz ettiği kızgın suratlı, ürkek suratlı, komik suratlı balıkları arıyorum ama göremiyorum. Mercanlar çok güzel. Ne üşüyorum, ne korkuyorum. Acaip canlı kalabalığı içinde yapayalnızım kendimle. Senelerdir orada yaşıyormuşçasına… Ve müthiş güven içinde.

Okey” diyor Muhammed. İstemeye istemeye çıkıyorum o çorak yüzeye. Huşu içindeyim; sigaramı içerken teknede. Ve de çocuklar gibi şen.

Tannura… Nargile… Kakuleli kahve…

Akşam ‘Eski Çarşı’ya gidiyoruz alış-verişe. Önce nargile-kahve sefası yapacağız. Bugün ilklerimin günü. Garsonun önerisiyle tatlı limonlu nargile ısmarlıyoruz. Acemiliğimi çabuk atlatıyorum; soluyorum içime. Sevdim mi? Hayır ama denedim işte. Kakuleli kahveyi ise seviyorum.

Çarşı girişinde yerel müzik yapan vurmalı topluluğuna dans ederek eşlik ediyoruz. Şal, magnet, ayraç, takı filan alıyoruz. Meydan sahnesindeki tannura dansı ve yılan dansı yapanlar çok etkiliyor bizi.

Otele dönüp eşyalarımızı toparlıyoruz kabaca ve uyuyoruz. Çölde moto-safariye çıkacağımız için  sabah erken kalkıyoruz.

Poşu… Dört teker çekişli… Toz-toprak…

ATV denilen dört teker çekişli tek-iki kişi binilebilen motosikletlerle çölde gezeceğiz. Hayatımda hiç araba kullanmadığım için yerel rehber Ahmet’le bineceğim ATV’ye. Kafamıza poşu bağlanıyor törenle. Vücudumun hiçbir yeri açıkta kalmıyor; ellerim hariç. Gözlerimi de gözlük koruyor. Dağların arasından sonsuz büyüklükteki çölde ilerliyor 30 ATV. Duygularım karmaşık. Jiple bize eşlik eden kameraman çekim yapıyor. Konvoyun başında olduğumuz için toz bulutundan çok az etkileniyorum. Eko vadide duruyoruz. Rehberimizin söylediği sözcüğü tekrarlıyoruz yüksek tok bir sesle ve hep beraber. Dağlar bize cevap veriyor.

Bedevi çadırında verdiğimiz molada içtiğimiz çay midemi bulandırıyor. Dönüş yolumuz farklı. İnanılmaz kareler yakalıyor gözlerim. İndiğimizde çantamdaki cüzdanımın içindeki kağıt paraların bile tozlandığını fark ediyorum.

Aceleyle otele dönüyoruz. Otel odamızı boşaltmam için sadece 25 dakikam var. Duş alıp, valizimi toparlıyorum. Restoranda bir şeyler yeyip, otelin papirüs dükkanına gidiyorum. Ayırttığım horos ve yaşam ağacını paketletip, aldığım ayraçları hediye edeceğim arkadaşların adını Hiyeroglifce ve Arapça yazan Usame’ye teşekkür edip, vedalaşıyorum.

Havaalanına bizi götüren otobüsten indiğimizde her bir yolcunun eşya sayısının arttığını görüyorum.

Pasaport işlemleri sonrası gümrüksüz mağazaları geziyoruz. Saatinde kalkan uçağımıza biner binmez uykuya dalıyorum yorgunluktan.

* * * * *

Şimdi bu satırları ‘Cleopatra’ sigaramı içerken, bileklerimden gelen Nefertiti  kokusunu içime çekerken, boynumda  etamin işli şalım varken yazıyorum.

İleride daha da yaşlandığımda torunlarına anlatacağım bu yaşantımı unutmamak için her türlü detayı eklediğim yazımı bitirirken yeni keşif planımlar olduğu da biline… (ŞD/BB)

Not: Bu Yazı bianet.org Sitesinde Yayınlanmaktadır.

Listeye geri dön

Bir cevap yazın