Basında Yaşlılık, Aktif Yaşlanma, Yaşlı Nüfus

Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak!

Yasam küçüklerimi korumak

Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak!

“Yarın bu bacaklar, ayrılık dağını aşacak

Önümde şarap, çek babam çek

Saçlarım ne güzel, kar gibi ak

Yaş yetmişe vardı, laf değil

İnsan bugün yaşamazsa ne vakit yaşayacak.”[2]

“Corona virüs sebebiyle 45 yaş üstü personel alımları yapılmamaktadır.”

Metal İşçileri Birliği (MİB) twitter sayfasında paylaşılmış -ibret-i alemlik!- bir duyuru bu. Paylaşımı yapan kişi şu notu düşmüş: “Önce coronavirüs sebebiyle işsiz kaldık. Şimdi de işe almıyorlar yaştan dolayı. Bu gidişle ya virüsten ya açlıktan öleceğiz.”

Pandemi kapitalist sistemde çürümüş, kokuşmuş pek çok şeyi açığa çıkardı, teşhir etti. Noam Chomsky’nin deyişiyle “Yüz kremi üretmeyi ilaç üretmekten daha kârlı bulan” ilaç endüstrisi; “devleti küçültüyor, etkinleştiriyoruz” retoriğiyle kamusalı un ufak eden, silaha devasa yatırımlar yaparken sosyal harcamaları daralttıkça daraltan neoliberal devlet kepazeliği; sağlık sistemini özelleştirme yağmasına açarak halkların büyük bölümünü sağlık hizmetlerinden dışlayan tamahkârlık; bir yandan “evde kal” kampanyaları tam gaz devam ederken bir yandan işçileri, emekçileri hiçbir önlem almaksızın çalıştırma ya da “ya corona ya işsizlik” ikilemine mahkûm kılan ikiyüzlülük…

Açığa çıkan bir başka mürailik de yaşlılıkla ilgili.

“Yasam küçüklerimi korumak, büyük saymak” diye diye geçti milyonlarca yurttaşın çocukluğu. Bu andı okuyarak büyümüş çocuklar bugün Covid-19 salgını nedeniyle evden çıkmaları yasaklı yaşlılara sokaklarda sürek avı düzenliyorlar. Ellerinde cep telefonu, sokakta gördükleri ihtiyarların başından aşağı kolonya boca ederken kendilerini kaydedip, üstüne üstlük sosyal medyada paylaşıyorlar… Yerel yönetimler biraz soluklanmak, bir miktar sohbet etmek için oturdukları bankları söküyor parklardan. Acar muhabirler, pazarda alışveriş yapmaya çalışan ihtiyarların burnuna mikrofonlarını dayayıp “Amcacım/teyzecim, yasak olduğunu bilmiyor musun? Neden sokaktasın?” diye ayar veriyor…

Ama yalnızca Türkiye’de değil… 60 yaş üzerindeki Covid-19’luların solunum cihazına bağlanmasının yasaklandığını[3] İtalya’da… Boşaltılmış bir huzurevine giren askerlerin yataklarda yaşlı cesetleriyle karşılaştığı İspanya’da[4]… Bir televizyon sunucusunun ekranlardan rahatlıkla “Sigara içen obez 80’likleri kurtarmak için ekonomiyi batırmaya değer mi? Nasıl olsa iki yıl içinde ölecekler!” diyebildiği Hollanda’da… Doktorlara “Yoğun bakımda sıkışıklık varsa 80 yaş üzeri hastaları kabul etmeyin,” talimatı verilen İsveç’te[5]… Ama en çok da “yurtsever Amerikalı” büyükanne ve büyükbabalara çocukları, torunları ve ülkeleri için seve seve ölmeleri”ni salık veren ABD’nin Teksas eyaleti vali yardımcısının, ülkenin Başkanı tarafından hoşnut bir tepkisizlikle karşılanan (ve eyalet savcısının “gereksiz tıbbi müdahaleleri engellemek adına”, kürtaj yaptıranları 180 günlük hapis cezasıyla tehdit eden açıklamasının eşlik ettiği) mesajında.[6]

Yani sorun “birkaç münasebetsiz gencin yaşlıları taciz etmesi” değil. Sorun, özellikle kriz momentlerinde yaşlıları bir “sorun”, daha çok da bir “safra”, bir artık nüfus, “üretkenlik çağını geride bırakmış asalaklar” olarak gören kapitalizm.

Toplumların yaşlıları ele alış, yaşlılara davranış tarzı zamana, mekâna ve tabii bir de toplumsal sınıfa göre değişiklik gösteriyor. Özel mülkiyete dayalı bir sınıflaşmanın belirgin olmadığı toplumlarda, daha eşitlikçi ve dayanışmacı bir ethos’un hüküm sürdüğü bilinmekte. Bu durumda topluluğun tüm yaşlılarının, üretken faaliyetlerin dışına düşmüş olsalar bile, deneyim, bilgelik, dinsel/büyüsel liderlik konumları vb. aracılığıyla saygın konumlarını sürdürdüğünü görüyoruz.

Topluluğun “yaşlı” bireylerini desteklediğine ilişkin erken kanıtları, sapiens-öncesi atalarımızda buluruz. (Tabii burada “yaşlı” göreli bir kavram. Ortalama yaşam süresi beklentisinin 28-30 yıl olduğu Üst Paleolitik’te 35 yaş üzeri, “yaşlı” sayılmalı.[7]) İspanya’nın kuzeyinde, Atapuerca’da bulunan ve pelvis kemiğindeki deformasyon nedeniyle “Elvis” olarak adlandırılan 500 bin yıllık bir homo heidelbergensis bilinen en yaşlı eski insan. Elvis’in 45 yaşında öldüğü hesaplanmış; omurga ve kalça kemiğindeki deformasyon, avlanmak bir yana, ancak bir baston yardımıyla yürüyebildiği ve dayanılmaz sırt ağrıları çektiğine işaret ediyor. Takım arkadaşları, Elvis’i desteklemiş olmalılar.[8] Hem de yıllarca!

Yine de Üst Paleolitik insanları olan türdeşimiz Homo sapiens’ler, önceleyen insan türleri arasında en uzun ömürlü olanlar. Yeryüzünü bir süre paylaştıkları Neanderthalleden bile uzun ömürlü. Merkez Michigan Üniversitesi’nden antropolog Profesör Rachel Caspari 10 ila 30 yaş arasında ölen her 10 genç Neanderhâl’e karşı yalnızca dört Neanderthal 30 yaşını aşabilirken, Homo sapiens için bu oranın 10’a 20 olduğunu belirtiyor. Bir başka deyişle, evrimsel hatta Homo sapiens’e ulaştığımızda, 30 yaşına ulaşabilen bireylerin sayısı dörde katlanır. Antropologlar besin toplama ve avlanma tekniklerindeki (alet çantalarındaki gelişkinlik ve çeşitlenmenin tanıklık ettiği) gelişmelerin bunda etkin olabileceğini belirtiyorlar.[9]

Her durumda, Üst Paleolitik’teki türdeşlerimizin göreli uzayan ömrünün gençlere deneyim aktarma, böylelikle hayatta kalma stratejilerindeki başarılara, dolayısıyla da kültürel zenginleşmeye katkısı büyük olmalı. Özellikle, Homo sapiens atalarımızın başta dil olmak üzere karmaşık simge sistemlerini kullanmadaki becerileri göz önünde bulundurulduğunda…

İnsanlık tarihinin en uzun süreli geçim örüntüsü, avcı-toplayıcılık, özellikle de avcılık kuşku yok ki “genç işi”dir. Av hayvanı sürülerinin peşinden uzun süreli yolculukları, hatırı sayılır bir fiziksel gücü gerektirir. Ama aynı zamanda avın izini tanımayı, iz sürmeyi, tuzak kurma tekniklerini, av silahlarını imal edip kullanmayı, bunların bakımını yapabilmeyi, avın nasıl parçalanıp nasıl derisinin yüzüleceğini de… Yani avcılık, bir hayli teknik bilgi ve deneyim birikimi gerektiren bir geçim faaliyetidir. Üst Paleolitik’e tarihlenen avadanlıkların gelişkinlik düzeyi bu bilgi ve teknik beceri düzeyini aktaran bir mekanizmanın yürürlükte olduğuna işaret ediyor: yani kuşaklararası düzenli bir iletişimin.

Aynı durum, (daha çok kadınlar tarafından gerçekleştirildiği bilinen) toplayıcılık için de söz konusu: hangi yaban bitkiler yenilebilir, hangileri zehirlidir, nerede bulunur, nasıl toplanır, nasıl hazırlanır, yemeye hazır hâle getirilirler? Doğum nasıl yapılır, bebeklere nasıl bakılır, ne yedirilir? Homo sapiens’lerin Üst Paleolitik’te eriştiği “yaşam kalitesi” kuşaklar arasında gerçekten de sürekli ve sistemli bir iletişime işaret ediyor.

Bu iletişime, insanlar arasındaki etkileşimde (en azından kapitalist çağa kadar) başat değer olan “karşılıklılık” ilişkisi damgasını vurmuş olmalı: Yaşlılar sürekli fiziksel faaliyet ve zorlu çabaları gerektiren “iş”lerden bağışık tutulurken, deneyim ve bilgi birikimlerini genç kuşaklara aktarmaktadırlar…

Bu durum uzun süre böyle sürmüştür, büyük olasılıkla… Yedinci yüzyılda yazan Seville’li Isidore, insan yaşamını altı evreye ayırarak her birini belirli bir ahlâksal nitelikle tanımlıyordu: infantia (= konuşma yetisinden yoksunluk/masumiyet: bebeklik); pueritas (= saflık: çocukluk); adulescentia (= şehvet düşkünlüğü: yeni yetmelik); iuventus (=yardımseverlik, yararlılık: gençlik); gravitas (=ciddiyet: orta yaş); senectutus (= bilgelik: yaşlılık). Gilleard geç Antikite’den devralınan bu anlayışın Avrupa’da Ortaçağ boyunca devam ettiğini vurguluyor.[10] Bu tutumun İslâm Ortaçağ’ındaki muadili, bilgeliğin, deneyimin “aksakal” ile tanımlanmasıdır.

Ne ki yaşlıların “bilgelik”le taltifi, onların “yük”ünün her zaman topluluk tarafından üstlenildiği anlamına gelmiyor. Eşitlikçi cemaatlerin yerlerini sınıflı toplumlara bıraktığı kesitte, bebek-çocuk, engelli ya da iş görme kapasitesini yitirmiş yaşlıların sorumluluğunun bireyselleşerek topluluktan aileye doğru kaydığı gözlemlenir. 13. Yüzyıl Fransisken skolastiği Bartholomaeus Anglicus’un “Tıpkı kuzgunlarda olduğu gibi, çocuklar küçükken babaların evlatlarını beslediği, ebeveynler yaşlandığında ise çocukların onlara bakacağı”[11] kabulü buna işaret etmektedir. Ortaçağda “ebeveynleri onurlandırıp onları maddi olarak desteklenenin her yerde temel bir norm olduğu”nu[12] vurgulayan Shulamith Shahar da “karşılıklılık” ilkesinin toplumsal düzlemden kişisel/özel düzleme kaymış olsa dahi, süregittiğine işaret eder. Kendilerine bakıp yetiştiren ebeveynlerine, onlar yaşlandıklarında göz-kulak olmak, bir evlatlık “borc”u, bir borcun er ya da geç geri ödenmesini mücbir kılan bir “karşılıklılık ilkesi” gereğidir.

Nitekim Gilleard’ın ortaçağ boyunca sosyal hizmetleri üstlenen Kilise ve onunla bağlantılı hayır kurumlarının “yaşlılar”ı (yaşlı erkekleri… yoksa “desteğe muhtaç”lar kategorisini yoksullar, hastalar, bedensel engelliler ve yetim çocukların yanısıra dul kadınlar oluşturuyor) özel olarak “muhtaç” bir kategori olarak tanımlamadığı vurgusu, bir yandan servet ve gücün toprağa bağlı olduğu bir toplumda toprak sahipleri arasında yaşlı erkeklerin başat olduğuna işaret eder. Bir yandan da, yaşlı ebeveynlerin sorumluluğuna yönelik evlat yükümlülüğünün yaşlıları “muhtaç” bir kategori olmaktan uzak tuttuğunu gösterir.[13]

Her durumda, yaşlıların “kurtarmak için ekonomiyi batırmaya değmeyecek obez 80’likler” olarak görülmesi oldukça yeni bir görüngü… Bu durumu, Gilleard gibi “modernite, kentlerin (yeniden) ortaya çıkması, ticaretin tarımsal faaliyetlere başat hâle gelmesi vb.” faktörlerle açıklamak mümkün. Ama daha akla yakın bir izah, yaşlıların değersizleşmesinin kapitalizmin gelişmesiyle ilişkisini ortaya koymak olmalı…

Kapitalist ethos, üretkenliği toplumsal değerler sisteminin merkezine yerleştirirken, tecrübe, bilgelik, insan ilişkilerinde ustalık, kültürel temsil yetisi ve bunlardan kaynaklanan yetke vb. yaşlılıkla ilişkilendirilen değerleri peyderpey ikincilleştirdi. “Üretkenlik”in ölçütü ise, sermayeyi, kârı büyütme yetisiydi; yoksa örneğin sanatsal üretkenlik vb. değil… İşçi, kapitalizm için, kapitalistin kârını çoğaltmak için ürettiği ölçüde değeri hak ediyordu.

Kuşku yok ki “üretken olan” ile “olmayan”ı ayırt edebilmek için “çalışma” (üretim) ile “boş zaman”ın (yeniden-üretim) birbirinden zamansal ve mekânsal olarak ayrıldığı bir iş düzeni gerekiyordu: bir başka deyişle fabrika düzeni. Ve yine hiç kuşku yok ki, giderek artan sayıda insanın 40 yaşından uzun yaşamayı bekleyeceği bir ortalama yaşam süresi.

Her ikisi 19. Yüzyıl Avrupası’nda çakışır: Buharın devreye girmesi hane ile işyerini birbirinden kesin hatlarla arttırıp üretim ölçeğini büyük ölçüde arttırırken, gelişen tıp bilimi, ortalama ömür süresini (göreli olarak) uzatmaktadır.

Kırsaldan kopan yığınların kentlere göçüp ekmeklerini kazanmak üzere fabrikaları, atölyeleri doldurması, işgücü arzının bol olduğu koşullarda verimini yitirmiş yaşlı işçiler ilk kez bir “sosyal problem” olarak kodlanacaklardı. Kırsal dayanışma örüntüleri dağılmaktaydı, aile varlığını sürdürse de kırsal cemaatte oynadığı merkezi rolü çoktan yitirmişti. Kentlerde, teneke mahallelere sıkışmış proleterlerin günde bir ekmek almalarına yetecek ücretlerle günde 10-12 saat fabrikalarda çalıştıkları koşullarda, “yaşlı ebeveynlerine karşı vazifeleri”ni yerine getirme olanakları yoktu… İhtiyar proleterlere düşen, iş bulabildikleri sürece, güçleri yettiği sürece istihdam piyasasında kalabilmekti: tabii en düşük niteliği gerektiren, en düşük ücretli işlere razı olarak.

“Emeklilik” dediğimiz olgu, kapitalizm tarihi için de oldukça yeni sayılır: Alman Şansölye Bismarck 1883’de ülkede giderek güçlenen sosyalist hareket karşısında Alman işçi sınıfını hizada tutabilmek amacıyla 65 yaşını geçen herkesin emekli olmak zorunda olduğunu ve devletin kendilerine bir maaş bağlayacağını duyurdu. Emeklilik Yasası kısa sürede Reichstag’da kabul edilecekti. Almanya’yı farklı uygulamalarla diğer kapitalist ülkeler izledi.

Ancak emeklilik hakkı, belirli bir süre çalışmış proleterlerin belirli bir yaşa geldikten sonra mamur-müreffeh bir şekilde köşelerine çekilerek pul koleksiyonculuğu, bahçecilik, resim yapmak gibi “hobi”lerle oyalanıp dünya seyahatine çıktığı anlamına gelmiyor. Sınıf farklılıkları, çalışma yaşamında olduğu kadar, emeklilik yaşamını ve genel olarak ileri yaştaki insanları da bölüyor.

Sermaye sahiplerinin, kapitalistlerin yaşlanması, onları marjinalize etmiyor, örneğin. Onlar işlerini oğullarına, bazen kızlarına ve damatlarına ya da CEO’lara devrettikten sonra dahi mülkiyet ilişkilerinin dışına çıkmıyorlar. Şirketlerinin yönetim kurullarındaki etkinliklerini sürdürüyor, ama “iş”in güvenilir ellerde olduğunu bilmenin rahatlığıyla yatlarıyla, özel uçaklarıyla dolaşmaya, yazlıklarına, egzotik tatlar peşinde koşmaya vb. daha fazla vakit ayırabiliyorlar. Müdürler, yüksek bürokratlar, yüksek rütbeli askerler, küçük işletme sahipleri, vb. de özel yatla- uçakla olmasa da turlarla dünyayı dolaşma, sahil kasabalarından birine yerleşme, resim-seramik kursuna yazılma vb. olanaklarla emekliliğin tadını çıkartanlar arasında. Bu kesimler için bir değersizleşme sözkonusu değil. Sokağa çıkma yasağını ihlâl ederken bir gence yakalanıp kafasından aşağı kolonya dökülmesi ihtimali de… Hatta kaç yaşında olursa olsun, Covid-19’a yakalandıklarında yaşam destek cihazının kendilerinden esirgenmesi de mümkün değil…

Peki ya diğerleri? Emekli işçiler, kamu emekçileri, kırsaldan kopup kentlerin saçaklarına sığınmış yaşlılar?

“Kapitalist üretim tarzı işçilerin yaşamları boyunca eğitime erişimlerini sınırlandırarak ve kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı kurumsallaştırarak, işçilerin emekliliği deneyimleyiş tarzları arasında gerilim ve çelişkiler yaratır,” diyor Chris Phillipson.[14] “Marx, ‘işçilerin yalnızca boş zamanında kendini evinde hissettiğini; çalışırken ise evsiz-barksız hissettiğini’ gözlemlemiştir. Ne ki emeklilik hâlâ işyerindeki bu yabancılaşmanın etkisi altındadır. Kapitalist üretim tarzı işçilerin ancak çok sınırlı bir beceri erimi geliştirmesine olanak sağlar (bazılarına bunu da sağlamaz); işçilerin birey olarak gelişmesinni zorlaştıran çalışma yöntemlerini (aşırı fazla mesai, kıtasal dönüşüm sistemleri) destekler. -Apansız- emekli olduklarında çalıştıkları sürece fırsat bulamadıkları herşeyi yapma şansına sahip oldukları söylenir kendilerine. Ne ki, çelişkiler ortadadır: Aktif bir emeklilik mali güvenliği gerektirir ama Britanya’daki emeklilerin yüzde 60’ı resmi yoksulluk sınırına yakın ya da onun altındaki hanelerde yaşamaktadır. Belirli oranda sağlığı gerektirir ama kol işçilerinin üçte biri bozulmuş sağlık koşullarıyla emekli olur. Bir dizi eğitsel ve kültürel olanağı gerektirir ama kamu harcamalarındaki mevcut kesintiler yetişkinkerin eğitimi ve üniversite sistemindeki fırsatları ciddi biçimde sınırlamaktadır.”

İngiltere’deki hâl bu. Üstelik bu satırların yazıldığı yıllardan bu yana yürürlükte olan neoliberal ekonomi politikalar, emek haklarına yönelik sermaye saldırganlığı, kamusalın alabildiğine daraltılması, sosyal destek programlarında yapılan kesintiler, bütün emekçilere olduğu gibi, emeklilere yani yaşlı proleterlere ilişkin tabloyu daha da vahim bir hâle büründürdü. Siz varın Türkiye’de emeklilerin, yaşlıların durumunu düşünün.

Emeklilik yaşı 65’e çekilen, prim gününü doldurduğu hâlde yaşı tutmayan yüzbinlerce kişiyle için “Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT)” gibi bir kategorinin oluştuğu Türkiye’de 7 milyona yakın emeklinin aylık geliri 2 bin liranın altında (6 milyon 850 bin 513 kişi[15]). Milletvekili Veli Ağbaba’nın açıklamasına göre, bu yedi milyona yakın emeklinin 847 643’ü 1000 lira ya da altıyla, 248 bin 126’sı 1000-1100 TL. arası bir gelirle, 220 bin 250’si ise 1100-1200 TL arası bir gelirle ay sonunu getirmeye çalışmaktadır. Ve yine Ağbaba’nın deyişiyle 13 mlyon emeklinin yaklaşık yüzde 90’ı açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.[16]

Buna karşılık sistem, yaşlı insanları bir “yük” olarak görmektedir: ölünceye dek her ay maaş verilmesi, hastalandıklarında ücretsiz tedavi edilmesi, bakım, sosyal hizmet vb. ulaştırılması gereken 10 milyonu aşkın ihtiyar! (SGK’ya dâhil olmayıp da “yeşil kart”tan yararlananları ise hiç saymıyorum!) Bundan böyle hiçbir şekilde üretken olmayacak olan… Kapitalist devletlerin hoyratlığını, kendilerine muhtaç durumdaki yaşlı ebeveynlerini sırtlarında ağır bir yük olarak gören evlatlarınkine ve bu ikisi ihtiyarları toplu taşıma araçlarında yer vermek angaryasına tabi oldukları, hiçbir şeyden anlamaz “sarsak bunaklar” olarak gören genç tekbenciliğine eklediğinizde, “yasam, büyüklerimi saymak” artık komik bile sayılmayacak bir istihzaya dönüşür.

Bu “karambol”de bir nokta giderek gözlerden yitip gider: emeklilerin kendileri için yapılan masrafın her kuruşunu, çalıştıkları süre boyunca kendilerinden kesilen ödeneklerle, üstelik de peşinen ödemiş oldukları… Kapitalist devletin onlara emeklilik maaşı, sağlık ve sosyal hizmet sağlarken bir “lütuf”ta bulunmadığı, kendilerinden yıllar boyu kesilmiş (çoğunlukla amaç dışı işlerde kullanılmış) olan, yani peşinen ödeyip başka şeyleri finanse ettikleri bir borcu geri ödemekte olduğu…

Ama kendisi bir gasp sistemi olan kapitalizmin bu umurunda değildir ki? Kapitalizm için, sermayedarlar dışındakiler “insan” değil, kullanılıp atılacak işgücü (üreticiler) ya da dünyayı boğdukları ıvır zıvırı (cep telefonu, makyaj malzemesi, konserve, boyalı basın, kahve makinesi, elektrikli süpürge, spor ayakkabı…) satın alacak müşteri (tüketiciler) den ibaret.

İnsan tekil bir işlevine (örneğin üretkenlik) indirgenerek kategorize edildiğinde, onu “işe yarar” ve “işe yaramaz” değerlendirmelerinden birine dâhil etmek kolaylaşır. Üretkenliğini yitirmiş, dolayısıyla tüketim yetisi sınırlı bireyler, kapitalizm öncesi üretim biçimleri açısından deneyimlerini gençlere aktarması grubun hayatta kalmasında merkez bir rol oynayan tecrübeli bir avcı, bilge bir şaman, topluluğun belleğini oluşturan bir anlatıcı, bir ziraat uzmanı, bir halk ozanı vb. olabilir; ama kapitalizm için sadece bir yük, bir safradır. “Toplum”a (aslına bakılırsa sermayeye) tahsis edilecek kaynakları fuzuli olarak tüketen bir asalak… Çağımıza damgasını vuran “teknolojik sürat”in dışına düşmüş… “Enformatik bombardıman” karşısında kafası karışık… Canlarının, ekmeklerinin derdindeki evlatlar tarafından bir köşeye atılmış… Hastanede, sokakta, toplu taşıma araçlarında, parkta, velhasıl boy gösterebileceği tüm kamusal mekânlarda “ifrazat” olarak görülen… Kadınsalar çoğunlukla dört duvar arasına, erkekseler köşedeki kahvede pişpiriğe yazgılı… Kalan ömrünü törpüleyen yetersizlik, yetmezlik duygusuna mahkûm… Ve ancak bayramdan bayrama, ya da kamu spotlarında hatırlanan…

Oysa, böyle olması gerekmiyor. Kâr mantığına teslim olmamış, belki daha az tüketen, daha rahvan işleyen, ve “hayat”ı merkezine yerleştiren yeni bir dünya tasarımında, çalışma insanlar için işsiz (ve de aç) kalma tehdidi olmaksızın zaman zaman terk edilebilecek bir süreç olarak tasarlanıp daha uzun, ama esnek bir sürece dönüştüğünde, ve emekçiler kendilerini yaşam boyu geliştirebilecekleri, içsel varlıklarını zenginleştirebilecekleri olanaklardan yararlanabildiklerinde, tüketim toplumunun bizleri içine yerleştirdiği tecritin duvarlarını kırıp kolektiviteyi yeniden keşfettiğimizde…

Bu dünyayı değiştirmeyi başarırsak, yaşlılık hâlleri de değişecek. “Aksakallı”nın deyişiyle, “Toplumun herşeyi düzenlediği ve insanların avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmaksızın sabah ava çıkıp, akşamüzeri balık avladığı, akşamları sığır yetiştirdiği ve akşam yemeğinden sonra da eleştiri yapmasına olanak sağladığı”[17] bir dünyada, kimse sermayeyi daha da semirtmek için çalışmayacağı için, kimse “üretken/üretken-değil” ayırımına tabi tutulup, yük olarak görülemeyecek…

N O T L A R

[1] Yeni e Dergisi, No:43, Mayıs 2020…

[2] Ömer Hayam.

[3] “İtalya’da Görevli Doktor: 60 Yaş Üzerindeki Hastalara Yardım Etmiyoruz”, 23 Mart 2020… https://artigercek.com/haberler/italya-da-gorevli-doktor-60-yas-uzerindeki-hastalara-yardim-etmiyoruz

[4] “İspanya’da Terk Edilmiş Huzurevlerinde Kalan Yaşlılar Yataklarında Ölü Bulundu”, 24 Mart 2020, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52019700

[5] Nilgün Cerrahoğlu, “Yaşlılara Yapılan Barbarlık”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2020, s.7.

[6] Danielle Tcholakian, “Trump’s GOP: The Old Should Die and the Women Should Breed”, 25 Mart 2020, Daily Beast, https://www.thedailybeast.com/trumps-gop-the-old-should-die-and-the-women-should-breed

[7] Ne ki, “ortalama yaşam beklentisini düşüren faktörün, 35-40 yaş altı ölümlerin başatlığındansa, “modern” toplumlara gelinceye dek bebek ve çocuk ölüm oranlarının yüksekliği olduğu unutulmamalı. Modern dünyayla temasları sınırlı çağdaş avcı-toplayıcılar arasında yapılan araştırmalar, bebeklerin dörtte birinin 1 yaşına gelmeden, yarısının ise 15 yaşından önce öldüğünü gösteriyor. Bir başka deyişle, nüfusun ancak yarısının erişkin yaşa ulaşabildiğini gösteriyor. Bu oranlar Klasik Roma, ortaçağ Japonya ve Rönesans Avrupası’nda fazla değişmemekte. (Bridget Alex, “When Did Humans Start to Get Old?” https://www.discovermagazine.com/health/when-did-humans-start-to-get-old

[8] Andy Coghlan, “Hunter-Gatherers Cared For First Known Ancient Invalid”, Life, 11 Ekim 2010.

[9] Robin McKie, “Wisdom of Grandparents Helped Rise Of Prehistoric Man”, The Guardian, 24 Temmuz 2011, https://www.theguardian.com/science/2011/jul/24/prehistoric-man-helped-as-elderly-survived.

[10] Chris Gilleard, “Aging and Old Age in Medieval Society and the Transition of Modernity” Journal of Aging and Identity, c. VII, 2002.

[11] Akt. M. Josephine Cummins, Attitudes to Old Age and Ageing in Medieval Society. Glasgow Üniversitesi, Doktora tezi, 2000, s. 199.

[12] Shulamith Shahar, Growing Old in the Middle Ages: Winter Clothes Us in Shadow and Pain, Londra, Routledge, 1997: 89.

[13] “Köylülük içinde kişinin yaşlı ebeveynlerini onurlandırması kuralı genç kuşakların ciddi bir ihlaliyle karşılaşmıyordu. Geç Ortaçağ’da dahi, kentlerde olmasa bile kırsal kesimde, daha zengin hanelerin, yaşlıların sayısının fazlalığıyla karakterize olduğu yolunda kanıtlar var.” (Gilleard, a.y.)

[14] Chris Phillipson, Capitalism and the Constructionof Old Age. McMillan Press Ltd. 1982, s. 56.

[15] “En Derin Krizlerden Birini Yaşıyoruz”, Evrensel, 17 Şubat 2020, s.7.

[16] “13 Milyon Emeklimizin Yüzde 90’ı Açlık ve Yoksulluk Sınırı Altında Yaşıyor”, Timeturk, 16 Kasım 2019 https://www.timeturk.com/13-milyon-emeklimizin-yuzde-90-i-aclik-ve-yoksulluk-siniri-altinda-yasiyor/haber-1293186.

[17] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

Listeye geri dön

İlgili Mesajlar

Bir cevap yazın